SÖZLER’DEN BÖLÜMLER VE İZAHLARI
SÖZLER’DEN BÖLÜMLER VE İZAHLARI
İÇİNDEKİLER:
- SÖZ
- SÖZ
- SÖZ
- SÖZ
Onikinci Söz
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَث۪يرًا
[Kur’an-ı Hakîm’in hikmet-i kudsiyesi ile felsefe hikmetinin icmalen müvazenesi, hem hikmet-i Kur’aniyenin insanın hayat-ı şahsiyesine ve hayat-ı içtimaiyesine verdiği ders-i terbiyenin gayet kısa bir fezlekesi, hem Kur’anın sair kelimat-ı İlahiyeye ve bütün kelâmlara cihet-i rüchaniyetine bir işarettir. İşte bu sözde “Dört Esas” vardır.]
BİRİNCİ ESAS:
Hikmet-i Kur’aniye ile hikmet-i fenniyenin farklarına şu gelecek hikâye-i temsiliye dûrbîniyle bak:
Bir zaman, hem dindar, hem gayet san’atkâr bir Hâkim-i Namdar istedi ki: Kur’an-ı Hakîm’i, maânîsindeki kudsiyetine ve kelimatındaki i’caza şayeste bir yazı ile yazsın. O mu’ciznüma kamete, hârika bir libas giydirilsin. İşte o Nakkaş Zât, Kur’anı pek acib bir tarzda yazdı. Bütün kıymetdar cevherleri, yazısında istimal etti. Hakaikının tenevvüüne işaret için bazı mücessem hurufatını elmas ve zümrüt ile ve bir kısmını lü’lü ve akik ile ve bir taifesini pırlanta ve mercanla ve bir nev’ini altun ve gümüş ile yazdı. Hem öyle bir tarzda süslendirip münakkaş etti ki, okumayı bilen ve bilmeyen herkes temaşasından hayran olup istihsan ederdi. Bahusus ehl-i hakikatın nazarına o surî güzellik, manasındaki gayet parlak güzelliğin ve gayet şirin tezyinatın işaratı olduğundan, pek kıymetdar bir antika olmuştur.
Sonra o Hâkim, şu musanna’ ve murassa’ Kur’anı, bir ecnebi feylesofa ve bir müslüman âlime gösterdi. Hem tecrübe, hem mükâfat için emretti ki: “Herbiriniz, bunun hikmetine dair bir eser yazınız.” Evvelâ o feylesof, sonra o âlim, ona dair birer kitab te’lif ettiler. Fakat feylesofun kitabı, yalnız harflerin nakışlarından ve münasebetlerinden ve vaziyetlerinden ve cevherlerinin hâsiyetlerinden ve tarifatından bahseder. Manasına hiç ilişmez. Çünki o ecnebi adam, arabî hattı okumayı hiç bilmez. Hattâ o müzeyyen Kur’anı, bilmiyor ki bir kitabdır ve manayı ifade eden yazıdır. Belki ona münakkaş bir antika nazarıyla bakıyor. Lâkin çendan arabî bilmiyor fakat çok iyi bir mühendistir, güzel bir tasvircidir, mahir bir kimyagerdir, sarraf bir cevhercidir. İşte o adam, bu san’atlara göre eserini yazdı.
Amma müslüman âlim ise ona baktığı vakit anladı ki: O, Kitab-ı Mübin’dir, Kur’an-ı Hakîm’dir. İşte bu hakperest zât, ne tezyinat-ı zahiriyesine ehemmiyet verdi ve ne de hurufun nukuşuyla iştigal etti. Belki öyle bir şeyle meşgul oldu ki, milyon mertebe öteki adamın iştigal ettiği mes’elelerinden daha âlî, daha galî, daha latif, daha şerif, daha nâfi’, daha câmi’… Çünki nukuşun perdesi altında olan hakaik-i kudsiyesinden ve envâr-ı esrarından bahsederek gayet güzel bir tefsir-i şerif yazdı. Sonra ikisi, eserlerini götürüp o Hâkim-i Zîşan’a takdim ettiler. O Hâkim, evvelâ feylesofun eserini aldı. Baktı gördü ki: O hodpesend ve tabiatperest adam çok çalışmış, fakat hiç hakikî hikmetini yazmamış. Hiçbir manasını anlamamış, belki karıştırmış. Ona karşı hürmetsizlik, belki edebsizlik etmiş. Çünki o menba-ı hakaik olan Kur’anı, manasız nukuş zannederek, mana cihetinde kıymetsizlik ile tahkir etmiş olduğundan, o Hâkim-i Hakîm dahi onun eserini başına vurdu, huzurundan çıkardı.
Sonra öteki hakperest, müdakkik âlimin eserine baktı gördü ki: Gayet güzel ve nâfi’ bir tefsir ve gayet hakîmane, mürşidane bir te’liftir. “Âferin, bârekâllah” dedi. İşte hikmet budur ve âlim ve hakîm, bunun sahibine derler. Öteki adam ise, haddinden tecavüz etmiş bir san’atkârdır. Sonra onun eserine bir mükâfat olarak; herbir harfine mukabil, tükenmez hazinesinden “On altun verilsin” irade etti.
Eğer temsili fehmettin ise bak, hakikatın yüzünü de gör:
Amma o müzeyyen Kur’an ise, şu musanna’ kâinattır. O hâkim ise, Hakîm-i Ezelî’dir. Ve o iki adam ise, birisi yani ecnebisi; ilm-i felsefe ve hükemasıdır. Diğeri, Kur’an ve şakirdleridir. Evet Kur’an-ı Hakîm, şu Kur’an-ı Azîm-i Kâinatın en âlî bir müfessiridir ve en belig bir tercümanıdır. Evet o Furkan’dır ki; şu kâinatın sahifelerinde ve zamanların yapraklarında kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekviniyeyi cin ve inse ders verir. Hem herbiri birer harf-i manidar olan mevcudata “mana-yı harfî” nazarıyla, yani onlara Sâni’ hesabına bakar, “Ne kadar güzel yapılmış, ne kadar güzel bir surette Sâni’inin cemaline delalet ediyor” der. Ve bununla kâinatın hakikî güzelliğini gösteriyor. Amma ilm-i hikmet dedikleri felsefe ise; huruf-u mevcudatın tezyinatında ve münasebatında dalmış ve sersemleşmiş, hakikatın yolunu şaşırmış. Şu kitab-ı kebirin hurufatına “mana-yı harfî” ile, yani Allah hesabına bakmak lâzım gelirken; öyle etmeyip “mana-yı ismî” ile, yani mevcudata mevcudat hesabına bakar, öyle bahseder. “Ne güzel yapılmış”a bedel, “Ne güzeldir” der, çirkinleştirir. Bununla kâinatı tahkir edip, kendisine müştekî eder. Evet dinsiz felsefe, hakikatsiz bir safsatadır ve kâinata bir tahkirdir…
İKİNCİ ESAS:
Kur’an-ı Hakîm’in hikmeti, hayat-ı şahsiyeye verdiği terbiye-i ahlâkıye ve hikmet-i felsefenin verdiği dersin müvazenesi:
Felsefenin hâlis bir tilmizi, bir firavundur. Fakat menfaati için en hasis şeye ibadet eden bir firavun-u zelildir. Her menfaatli şeyi kendine “Rab” tanır. Hem o dinsiz şakird, mütemerrid ve muanniddir. Fakat bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir. Şeytan gibi şahısların, bir menfaat-ı hasise için ayağını öpmekle zillet gösterir denî bir muanniddir. Hem o dinsiz şakird, cebbar bir mağrurdur. Fakat kalbinde nokta-i istinad bulmadığı için zâtında gayet acz ile âciz bir cebbar-ı hodfüruştur. Hem o şakird, menfaatperest hodendiştir ki; gaye-i himmeti, nefs ve batnın ve fercin hevesatını tatmin ve menfaat-ı şahsiyesini, bazı menfaat-ı kavmiye içinde arayan dessas bir hodgâmdır.
Amma hikmet-i Kur’anın hâlis tilmizi ise; bir abd’dir. Fakat a’zam-ı mahlukata da ibadete tenezzül etmez. Hem cennet gibi a’zam-ı menfaat olan bir şeyi, gaye-i ibadet kabul etmez bir abd-i azizdir. Hem hakikî tilmizi mütevazidir; selim, halîmdir. Fakat Fâtırının gayrına, daire-i izni haricinde ihtiyarıyla tezellüle tenezzül etmez. Hem fakir ve zaîftir, fakr ve za’fını bilir. Fakat onun Mâlik-i Kerim’i, ona iddihar ettiği uhrevî servet ile müstağnidir ve Seyyidinin nihayetsiz kudretine istinad ettiği için kavîdir. Hem yalnız livechillah, rıza-i İlahî için, fazilet için amel eder, çalışır… İşte iki hikmetin verdiği terbiye, iki tilmizin müvazenesiyle anlaşılır.
ÜÇÜNCÜ ESAS:
Hikmet-i felsefe ile hikmet-i Kur’aniyenin hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye verdiği terbiyeler:
Amma hikmet-i felsefe ise, hayat-ı içtimaiyede nokta-i istinadı, “kuvvet” kabul eder. Hedefi, “menfaat” bilir. Düstur-u hayatı, “cidal” tanır. Cemaatlerin rabıtasını, “unsuriyet, menfî milliyeti” tutar. Semeratı ise, “hevesat-ı nefsaniyeyi tatmin ve hacat-ı beşeriyeyi tezyid”dir. Halbuki kuvvetin şe’ni, tecavüzdür. Menfaatın şe’ni, her arzuya kâfi gelmediğinden üstünde boğuşmaktır. Düstur-u cidalin şe’ni, çarpışmaktır. Unsuriyetin şe’ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan, tecavüzdür… İşte bu hikmettendir ki, beşerin saadeti selb olmuştur.
Amma hikmet-i Kur’aniye ise, nokta-i istinadı, kuvvete bedel “hakk”ı kabul eder. Gayede menfaate bedel, “fazilet ve rıza-yı İlahî”yi kabul eder. Hayatta düstur-u cidal yerine, “düstur-u teavün”ü esas tutar. Cemaatlerin rabıtalarında; unsuriyet, milliyet yerine “rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî” kabul eder. Gayatı; hevesat-ı nefsaniyenin tecavüzatına sed çekip, ruhu maâliyata teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder ve insanı kemalât-ı insaniyeye sevk edip insan eder. Hakkın şe’ni, ittifaktır. Faziletin şe’ni, tesanüddür. Düstur-u teavünün şe’ni, birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin şe’ni, uhuvvettir, incizabdır. Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemalâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, saadet-i dareyndir.”
***********
Onikinci Söz’ün İzahı: Kur’an Hikmeti ile Felsefe Hikmetinin Müvazenesi
Onikinci Söz, Cenâb-ı Hakk’ın Kur’an-ı Hakîm vasıtasıyla beşeriyete bahşettiği “hikmet” ile, beşerî düşüncenin mahsulü olan ve vahiyden bağımsız (dinsiz) felsefenin ortaya koyduğu “hikmet” telakkisini müvazene eder. Metnin hemen başında zikredilen ayet-i kerime, bu bahsin temelini teşkil eder:
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَث۪يرًا
(Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla. “O, dilediğine hikmeti verir ve kime hikmet verilirse o kimse birçok hayra nâil olmuş demektir. Bunu ise ancak derin kavrayış sahibi olanlar düşünüp anlarlar.” – Bakara 2/269)
Bu ayet, hakikî hayrın ve kemâlin, Allah’ın verdiği “hikmet” ile mümkün olduğunu beyan eder. Onikinci Söz, bu hikmetin Kur’an’da olduğunu ve felsefenin bundan ne kadar uzak düştüğünü üç esas dâhilinde tasvir eder.
BİRİNCİ ESAS: Kâinata Nazar (Bakış) Farkı (Mana-yı Harfî vs. Mana-yı İsmî)
Birinci Esas, Kur’an’ın ve felsefenin şu “musanna’ kâinata” (sanatlı kâinata) nasıl baktığını bir hikâye-i temsiliye (temsilî hikâye) ile izah eder.
1. Temsilî Hikâye ve Muhtevası:
Temsilde, kıymetli cevherlerle (elmas, zümrüt, pırlanta vb.) süslenmiş, mu’ciznüma bir Kur’an vardır.
• Ecnebi Feylesof (Felsefeyi Temsil Eder): Bu zât, Arapça bilmediği (yani kâinatın manasını bilmediği) için, esere “münakkaş bir antika nazarıyla” bakar. O, sadece harflerin nakışları, cevherlerin kimyevî hâsiyetleri ve mühendisliği ile meşgul olur. Manaya hiç ilişmez.
• Müslüman Âlim (Kur’an’ı Temsil Eder): Bu zât ise eserin “Kitab-ı Mübin” olduğunu anlar. Zahirî tezyinattan ziyade, “nukuşun perdesi altında olan hakaik-i kudsiyesinden ve envâr-ı esrarından” bahseder, yani manaya odaklanır.
2. Temsilden Hakikate (Kâinata Bakış):
Bu temsildeki “müzeyyen Kur’an” bizzat “şu musanna’ kâinattır.”
• Felsefenin Nazarı (Mana-yı İsmî): Felsefe, kâinata “mana-yı ismî” ile bakar. Yani, “mevcudata mevcudat hesabına bakar.” Kendi başına var, kendi güzelliğiyle güzel kabul eder. Bu bakış, eserden müessire geçemez. Sadece “Ne güzeldir” der ve çirkinleştirir. Çünkü Sâni’ini (Sanatkârını) unuttuğu için kâinatı manasız, gayesiz bir varlık olarak tahkir etmiş (aşağılamış) olur.
• Kur’an’ın Nazarı (Mana-yı Harfî): Kur’an ise kâinata “mana-yı harfî” ile bakar. Yani, “onlara Sâni’ hesabına bakar.” Varlıkları, kendilerini değil, Yaratıcılarını gösteren birer delil, birer mektup olarak görür. “Ne kadar güzel yapılmış, ne kadar güzel bir surette Sâni’inin cemaline delalet ediyor” der. Kâinatın hakikî güzelliğini bu bakış ortaya çıkarır.
3. Ayetlerle Bağlantısı:
Kur’an-ı Kerim, mütemadiyen “mana-yı harfî” ile, yani tabiatı bir tefekkür ve ibret nazarıyla okumayı emreder. Felsefenin “mana-yı ismî” ile takılıp kaldığı yerde, Kur’an “oku” der:
“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün farklı oluşunda aklıselim sahipleri için elbette ibretler vardır. Onlar ayakta dururken, otururken, yatarken hep Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler (ve şöyle derler:) “Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, seni tenzih ve takdis ederiz. Bizi cehennem azabından koru!””
(Âl-i İmrân 3/190-191)
Bu ayetler, “müslüman âlimin” kâinat kitabını nasıl okuduğunun mükemmel bir tasviridir.
İKİNCİ ESAS: Hayat-ı Şahsiyeye Verdiği Terbiye (Şahsiyet Yapısı)
İkinci Esas, bu iki farklı hikmetin, insanın derûnî yapısına (şahsiyetine) nasıl tesir ettiğini müvazene eder.
1. Felsefe Tilmizinin (Öğrencisinin) Şahsiyeti:
• Zahiri Durum (Dış Görünüş): “Bir firavundur.” Mütemerrid (inatçı), muannid (direnen), cebbar (zorba) ve mağrurdur (gururlu).
• Derûnî Durum (İç Yapı): Bu firavunluk sahtedir. “Kalbinde nokta-i istinad bulmadığı için zâtında gayet acz ile âciz bir cebbar-ı hodfüruştur.” (Dayanacak bir noktası olmadığından, özünde çok âcizdir).
• Neticesi: “Menfaati için en hasis şeye ibadet eden bir firavun-u zelildir.” (Zelil bir firavundur). “Bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir.” Enaniyetine (egosuna) ve hevesatına (nefsî arzularına) köle olmuştur.
2. Kur’an Tilmizinin Şahsiyeti:
• Zahiri Durum: “Bir abd’dir” (kul). Mütevazidir, selim ve halîmdir (yumuşak huylu).
• Derûnî Durum: Bu kulluk, onu hakikî hürriyete ve izzete kavuşturur. O, “a’zam-ı mahlukata da ibadete tenezzül etmez… bir abd-i azizdir.” (Aziz, şerefli bir kuldur).
• Neticesi: “Fakir ve zaîftir, fakr ve za’fını bilir.” Ancak bu aczini ve fakrını bilmek, onu “Seyyidinin nihayetsiz kudretine istinad ettiği için kavîdir” (güçlüdür). O, menfaat için değil, “yalnız livechillah, rıza-i İlahî için, fazilet için amel eder, çalışır.”
3. Ayetlerle Bağlantısı:
Kur’an, felsefenin beslediği enaniyeti ve kibri reddederken, Kur’an tilmizinin şahsiyetini (kulluk, tevekkül ve fazilet) inşa eder:
• Felsefenin Kibrine Reddiye:
““Gurura kapılarak insanlara burun kıvırma, ortalıkta çalım satarak yürüme; unutma ki Allah gurura kapılıp kendini beğenen hiç kimseyi sevmez.””
(Lokmân 31/18)
• Kur’an Tilmizinin Kulluğu (Abdiyet):
“Ben cinleri ve insanları, başka değil, sırf bana kulluk etsinler diye yarattım.”
(Zâriyât 51/56)
• Kur’an Tilmizinin İstinad Noktası (Tevekkül):
“…(Yapacağın işler hakkında onlara danış,) kararını verdiğin zaman da artık Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever.”
(Âl-i İmrân 3/159)
ÜÇÜNCÜ ESAS: Hayat-ı İçtimaiyeye Verdiği Terbiye (Cemiyet Hayatı)
Üçüncü Esas, bu iki hikmetin cemiyet hayatını (sosyal hayatı) nasıl tanzim ettiğini gösterir.
1. Felsefenin Cemiyet Modeli:
• Nokta-i İstinad (Dayanak Noktası): “Kuvvet” (Güç). Güçlü olan haklıdır.
• Hedef (Gaye): “Menfaat”. Herkes kendi çıkarını kollar.
• Düstur-u Hayat (Hayat Prensibi): “Cidal” (Çatışma, kavga). Hayat bir mücadeledir.
• Cemaatlerin Rabıtası (Bağı): “Unsuriyet, menfî milliyet” (Irkçılık, negatif milliyetçilik). Başkalarını yutmakla beslenir.
• Neticesi: “Tecavüz” (saldırganlık), “boğuşmak” ve “çarpışmak.” Beşerin saadeti (mutluluğu) selb olmuştur (kaybolmuştur).
2. Kur’an’ın Cemiyet Modeli:
• Nokta-i İstinad: “Hakk” (Hakikat, adalet). Kuvvet, hakka hizmetkâr olmalıdır.
• Hedef: “Fazilet ve Rıza-yı İlahî.” Menfaatin yerine fazilet ve Allah rızası hedeflenir.
• Düstur-u Hayat: “Düstur-u Teavün” (Yardımlaşma prensibi).
• Cemaatlerin Rabıtası: “Rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî” (Din, meslek ve vatan bağları).
• Neticesi: “İttifak” (birlik), “tesanüd” (dayanışma) ve “uhuvvet” (kardeşlik). İnsanı kemalâta sevk ederek “saadet-i dareyn”i (iki cihan saadetini) temin eder.
3. Ayetlerle Bağlantısı:
Kur’an’ın cemiyet nizamı, felsefenin “kuvvet, menfaat ve cidal” düsturlarını temelden yıkar; yerine “hakk, teavün ve uhuvvet”i tesis eder:
• Hakk’ın Kuvvete Üstünlüğü:
“Bilâkis biz, hakkı bâtılın başına çarparız da onun işini bitirir; bir de bakarsınız ki bâtıl yok olup gitmiştir. (Allah’a) yakıştırdığınız sıfatlardan dolayı yazıklar olsun size!”
(Enbiyâ 21/18)
• Teavün (Yardımlaşma) Düsturu:
“…İyilik ve takvâ (Allah’a karşı gelmekten sakınma) üzere yardımlaşın. Ama günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın. Allah’tan korkun, çünkü Allah’ın cezası çetindir.”
(Mâide 5/2)
• Uhuvvet (Kardeşlik) Rabıtası:
“Müminler ancak kardeştirler, öyleyse iki kardeşinizin arasını düzeltin, Allah’a itaatsizlikten sakının ki rahmetine mazhar olasınız.”
(Hucurât 49/10)
Netice
Onikinci Söz, Kur’an’ın sunduğu hikmetin, kâinata “Sâni’ namına” bakmayı (mana-yı harfî); şahsiyete “Allah’a kul, mahlukata efendi” olmayı (abd-i aziz); cemiyete ise “hakk, fazilet ve teavün”ü (yardımlaşmayı) esas alan bir nizamı öğrettiğini isbat eder.
Buna mukabil, vahiyden kopuk felsefenin ise kâinata “madde namına” bakarak manayı öldürdüğünü (mana-yı ismî); şahsiyeti “enaniyetine köle, âciz bir firavun” (firavun-u zelil) haline getirdiğini; cemiyet hayatını ise “kuvvet, menfaat ve cidal” (çatışma) üzerine bina ederek beşeriyetin saadetini selb ettiğini (yok ettiğini) ortaya koyar.
DÖRDÜNCÜ ESAS:
Kur’anın, bütün kelimat-ı İlahiye içinde cihet-i ulviyetini ve bütün kelâmlar üstünde cihet-i tefevvukunu anlamak istersen şu iki temsile bak:
Birincisi: Bir sultanın iki çeşit mükâlemesi, iki tarzda hitabı vardır. Birisi; âdi bir raiyet ile cüz’î bir iş için, hususî bir hacete dair, has bir telefonla konuşmaktır. Diğeri; saltanat-ı uzma ünvanıyla ve hilafet-i kübra namıyla ve hâkimiyet-i âmme haysiyetiyle evamirini etrafa neşir ve teşhir maksadıyla bir elçisiyle veya büyük bir memuruyla konuşmaktır ve haşmetini izhar eden ulvî bir fermanla mükâlemedir.
İkinci Temsil: Bir adam, elinde bir âyineyi güneşe karşı tutar. O âyine miktarınca bir ışık ve yedi rengi câmi’ bir ziya alır. O nisbetle Güneşle münasebettar olur, sohbet eder ve o ışıklı âyineyi, karanlıklı hanesine veya dam altındaki bağına tevcih etse; güneşin kıymeti nisbetinde değil, belki o âyinenin kabiliyeti miktarınca istifade edebilir. Diğeri ise, hanesinden veya bağının damından geniş pencereler açar. Gökteki güneşe karşı yollar yapar. Hakikî güneşin daimî ziyasıyla sohbet eder, konuşur ve lisan-ı hal ile böyle minnetdarane bir sohbet eder. Der: “Ey yeryüzünü ışığıyla yaldızlayan ve bütün çiçeklerin yüzünü güldüren dünya güzeli ve gök nazdarı olan nazenin güneş! Onlar gibi benim haneciğimi ve bahçeciğimi ısındırdın, ışıklandırdın.” Halbuki âyine sahibi böyle diyemez. O kayıd altındaki güneşin aksi ise, âsârı mahduddur. O kayda göredir… İşte bu iki temsilin dûrbîniyle Kur’ana bak. Tâ ki i’cazını göresin ve kudsiyetini anlayasın…
Evet Kur’an der ki: “Eğer yerdeki ağaçlar kalem olup, denizler mürekkeb olsa, Cenab-ı Hakk’ın kelimatını yazsalar, bitiremezler.” Şimdi şu nihayetsiz kelimat içinde en büyük makam, Kur’ana verilmesinin sebebi şudur ki: Kur’an, ism-i a’zamdan ve her ismin a’zamlık mertebesinden gelmiş. Hem bütün âlemlerin Rabbi itibariyle Allah’ın kelâmıdır. Hem bütün mevcudatın ilahı ünvanıyla Allah’ın fermanıdır. Hem Semavat ve Arz’ın Hâlıkı haysiyetiyle bir hitabdır. Hem rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir. Hem saltanat-ı âmme-i Sübhaniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir. Hem rahmet-i vasia-i muhita noktasında, bir defter-i iltifatat-ı Rahmaniyedir. Hem uluhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır. Hem ism-i a’zamın muhitinden nüzul ile arş-ı a’zamın bütün muhatına bakan, teftiş eden hikmetfeşan bir kitab-ı mukaddestir. İşte bu sırdandır ki, “Kelâmullah” ünvanı kemal-i liyakatla Kur’ana verilmiş.
Amma sair kelimat-ı İlahiye ise: Bir kısmı, has bir itibar ile ve cüz’î bir ünvan ve hususî bir ismin cüz’î tecellisi ile ve has bir rububiyet ile ve mahsus bir saltanat ile ve hususî bir rahmet ile zahir olan kelâmdır. Hususiyet ve külliyet cihetinde dereceleri muhteliftir. Ekser ilhamat bu kısımdandır. Fakat derecatı çok mütefavittir. Meselâ en cüz’îsi ve basiti, hayvanatın ilhamatıdır. Sonra, avam-ı nâsın ilhamatıdır. Sonra, avam-ı melaikenin ilhamatıdır. Sonra, evliya ilhamatıdır. Sonra, melaike-i izam ilhamatıdır. İşte şu sırdandır ki: Kalbin telefonuyla vasıtasız münacat eden bir veli der:
حَدَّثَنى۪ قَلْبى۪ عَنْ رَبّ۪ى
Yani: “Kalbim benim Rabbimden haber veriyor.” Demiyor: “Rabb-ül Âlemîn’den haber veriyor.” Hem der: “Kalbim, Rabbimin âyinesidir, arşıdır.” Demiyor: “Rabb-ül Âlemîn’in arşıdır.” Çünki kabiliyeti miktarınca ve yetmiş bine yakın hicabların nisbet-i ref’i derecesinde mazhar-ı hitab olabilir. İşte bir padişahın saltanat-ı uzması haysiyetiyle çıkan fermanı, âdi bir adamla cüz’î bir mükâlemesinden ne kadar yüksek ve âlî ise; ve gökteki güneşin feyzinden istifade, âyinedeki aksinin cilvesinden istifadeden ne derece çok ve faik ise; Kur’an-ı Azîmüşşan dahi, o nisbette bütün kelâmların ve hep kitabların fevkindedir.
Kur’andan sonra ikinci derecede Kütüb-ü Mukaddese ve Suhuf-u Semaviyenin dereceleri nisbetinde tefevvukları vardır. O sırr-ı tefevvuktan hissedardırlar. Eğer bütün cin ve insanın Kur’andan tereşşuh etmeyen bütün güzel sözleri toplansa; yine Kur’anın mertebe-i kudsiyesine yetişip tanzir edemez. Eğer Kur’anın ism-i a’zamdan ve her ismin a’zamlık mertebesinden geldiğini bir parça fehmetmek istersen: Âyet-ül Kürsî ve âyet-i
وَعِنْدَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ
ve âyet-i
قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ
ve âyet-i
يُغْشِى الَّيْلَ النَّهَارَ يَطْلُبُهُ حَث۪يثًا وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِاَمْرِه۪
ve âyet-i
يَٓا اَرْضُ ابْلَع۪ى مَٓاءَ كِ وَيَا سَمَٓاءُ اَقْلِع۪ى
ve âyet-i
تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ ف۪يهِنَّ
ve âyet-i
مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ
ve âyet-i
اِنَّا عَرَضْنَا الْاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَالْجِبَالِ
ve âyet-i
يَوْمَ نَطْوِى السَّمَٓاءَ كَطَىِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ
ve âyet-i
وَمَا قَدَرُوا اللّٰهَ حَقَّ قَدْرِه۪ وَالْاَرْضُ جَم۪يعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ
ve âyet-i
لَوْ اَنْزَلْنَا هٰذَا الْقُرْاٰنَ عَلٰى جَبَلٍ لَرَاَيْتَهُ
gibi âyetlerin küllî, umumî, ulvî ifadelerine bak…
Hem başlarında
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ
veyahut
سَبَّحَ
ve
يُسَبِّحُ
bulunan surelerin başlarına dikkat et. Tâ, bu sırr-ı azîmin şuaını göresin. Hem
الٓمٓ
lerin ve
الٓرٰ
ların حٰمٓ
lerin fatihalarına bak; Kur’anın, Cenab-ı Hakk’ın yanında ehemmiyetini bilesin.
Eğer şu “Dördüncü Esas”ın kıymetdar sırrını fehmettin ise; Enbiyaya gelen vahyin ekseri melek vasıtasıyla olduğunu ve ilhamın ekseri vasıtasız olduğunu anlarsın. Hem en büyük bir veli, hiçbir nebinin derecesine yetişmediğinin sırrını anlarsın. Hem Kur’anın azametini ve izzet-i kudsiyetini ve ulviyet-i i’cazının sırrını anlarsın. Hem Mi’racın sırr-ı lüzumunu, yani tâ Semavata, tâ Sidret-ül Münteha’ya, tâ Kab-ı Kavseyn’e gidip,
اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ
olan Zât-ı Zülcelal ile münacat edip, tarfet-ül ayn’da yerine gelmek sırrını anlarsın. Evet şakk-ı kamer, nasılki bir mu’cize-i risaletidir; nübüvvetini cin ve inse gösterdi. Öyle de: Mi’rac dahi, bir mu’cize-i ubudiyetidir; habibiyetini, ervah ve melaikeye gösterdi…
اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَيْهِ وَعَلٰٓى اٰلِه۪ كَمَا يَل۪يقُ بِرَحْمَتِكَ وَبِحُرْمَتِه۪ اٰم۪ينَ
* * *
Risale-i Nur Külliyatı’ndan iktibas edilen “Dördüncü Esas”, Kur’an-ı Azîmüşşan’ın diğer bütün ilahî kelimat (ilhamlar, suhuflar ve diğer kütüb-ü mukaddese) üzerindeki müstesna makamını, “cihet-i ulviyeti”ni ve “cihet-i tefevvuku”nu (yücelik ve üstünlük yönünü) isbat etmeyi hedefleyen derin bir hikmet dersidir.
Bu esas, Kur’an’ın neden “Kelâmullah” ünvanını kemal-i liyakatle taşıdığını iki parlak temsil ve aklî isbatlarla izah eder.
1. Temsillerin İzahı: Küllî Hitap ve Cüz’î Mükâleme
Metinde zikredilen iki temsil, Kur’an (vahy) ile ilham arasındaki mahiyet farkını tasvir eder:
Birinci Temsil (Sultanın Hitabı):
Bu temsil, Cenâb-ı Hakk’ın konuşmasının iki farklı mertebesini ortaya koyar:
• Hususî ve Cüz’î Mükâleme: Bir sultanın, alelade bir vatandaşı (âdi bir raiyet) ile şahsî bir meselesi (cüz’î bir iş) hakkında, hususî bir vasıta (has bir telefon) ile konuşmasıdır. Bu konuşma, sultanın şahsî merhametini veya o anki cüz’î bir tasarrufunu gösterir; onun haşmetli saltanatını (saltanat-ı uzma) veya cihan şümul hakimiyetini (hâkimiyet-i âmme) yansıtmaz.
• Umumî ve Küllî Ferman: Sultanın, “hilafet-i kübra” ve “saltanat-ı uzma” ünvanıyla, bütün tebaasını ilgilendiren, haşmetini izhar eden, umumî kanunlarını (evamir) bir elçi vasıtasıyla neşretmesidir. Bu, cüz’î bir iltifat değil, küllî bir ferman ve haşmetli bir hitaptır.
İkinci Temsil (Güneşin Ziyası):
Bu temsil, ilahî feyzin alınışındaki iki farklı yolu tasvir eder:
• Âyinedeki Akis (Yansıma): Bir şahsın, elindeki küçük bir âyineyi (ayna) güneşe tutmasıdır. O âyine, ancak kendi kabiliyeti ve istiabı nisbetinde güneşten bir ışık alır (âyine miktarınca). Bu ışık, güneşin zatî ışığı değil, kayıt altına alınmış, mahdut (sınırlı) bir yansımasıdır (âsârı mahduddur).
• Pencerelerden Giren Ziya (Doğrudan Işık): Bir şahsın, evinin damından veya duvarından gökteki hakikî güneşe doğrudan geniş pencereler açmasıdır. Bu suretle, o haneye giren ışık, âyinenin kabiliyetine bağlı bir yansıma değil, bizzat güneşin “daimî ziyası”dır.
2. Temsillerin Hakikati: Kur’an ve İlham
Bu iki temsilin dürbünüyle bakıldığında, Kur’an-ı Kerim ile diğer ilhamat (evliya ilhamları, melek ilhamları vb.) arasındaki azîm fark ortaya çıkar:
• İlham ve Sair Kelimat: Bunlar, birinci temsildeki “hususî telefon mükâlemesi” ve ikinci temsildeki “âyinedeki akis” gibidir. Metinde ifade edildiği gibi, bunlar “has bir itibar ile”, “cüz’î bir ünvan” ve “hususî bir ismin cüz’î tecellisi” ile zahir olurlar.
• Bu sebepledir ki, ilhama mazhar olan bir veli, حَدَّثَنى۪ قَلْبى۪ عَنْ رَبّ۪ى (“Kalbim benim Rabbimden haber veriyor”) der. “Rabb-ül Âlemîn’den” (Âlemlerin Rabbinden) demez. Çünkü mazhar olduğu tecelli, kendi şahsî kabiliyetinin âyinesine ve Cenâb-ı Hakk’ın ona bakan hususî “Rab” ismine göredir; küllî ve cihan şümul değildir.
• Kur’an-ı Azîmüşşan: Kur’an ise, birinci temsildeki “saltanat-ı uzmanın fermanı” ve ikinci temsildeki “doğrudan güneşe açılan pencereler” gibidir. Kur’an’ın menşei (kaynağı) cüz’î ve hususî değildir. Metnin vurguladığı üzere Kur’an:
• “İsm-i A’zamdan” gelmiştir.
• “Her ismin a’zamlık mertebesinden” gelmiştir.
• “Bütün âlemlerin Rabbi (Rabb-ül Âlemîn) itibariyle” Allah’ın kelâmıdır.
• “Bütün mevcudatın ilahı ünvanıyla” Allah’ın fermanıdır.
• “Semavat ve Arz’ın Hâlıkı haysiyetiyle” bir hitabdır.
• “Rububiyet-i mutlaka” ve “saltanat-ı âmme-i Sübhaniye” hesabına bir hutbe-i ezeliyedir.
Kur’an, muayyen bir şahsa, muayyen bir ismin tecellisi olarak değil, Cenâb-ı Hakk’ın bütün kâinatın Rabbi olması sıfatıyla, bütün mevcudata yönelik küllî hitabıdır.
3. Ayet-i Kerimelerle Kur’an’ın Küllî Makamı
Metinde zikredilen (Ayet-el Kürsî, وَعِنْدَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ ayeti vb.) ayetlerin yanı sıra, Kur’an’ın bu cihan şümul ve küllî makamını teyid eden pek çok ayet-i kerime mevcuttur.
a) Kur’an’ın Bütün Âlemlere Hitap Etmesi (Cihan Şümul Olması):
Kur’an, “Rabb-ül Âlemîn”den gelen bir hitap olduğu için, muhatabı da “âlemler”dir.
تَبَارَكَ الَّذ۪ي نَزَّلَ الْفُرْقَانَ عَلٰى عَبْدِه۪ لِيَكُونَ لِلْعَالَم۪ينَ نَذ۪يرًاۙ
“Âlemlere bir uyarıcı olsun diye kuluna Furkân’ı indiren Allah’ın şanı yücedir.”
(Furkân Suresi, 1. Ayet / )
قُلْ يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اِنّ۪ي رَسُولُ اللّٰهِ اِلَيْكُمْ جَم۪يعًاۨ
“De ki: ‘Ey insanlar! Şüphesiz ben, yerin ve göklerin hükümranlığı kendisine ait olan Allah’ın hepinize gönderdiği peygamberiyim…'”
(A’râf Suresi, 158. Ayet / TDV Meali’nden bir bölüm)
b) Kur’an’ın Menşei (Âlemlerin Rabbi):
Kur’an, bizzat “Âlemlerin Rabbi” tarafından indirildiğini, yani “saltanat-ı uzma” makamından geldiğini beyan eder.
وَاِنَّهُ لَتَنْز۪يلُ رَبِّ الْعَالَم۪ينَۜ نَزَلَ بِهِ الرُّوحُ الْاَم۪ينُۙ عَلٰى قَلْبِكَ لِتَكُونَ مِنَ الْمُنْذِر۪ينَۙ بِلِسَانٍ عَرَبِيٍّ مُب۪ينٍۜ
“Şüphesiz bu Kur’an, âlemlerin Rabbinin indirmesidir. Onu, Rûhu’l-emîn (Cebrail), uyarıcılardan olasın diye, apaçık Arapça bir dil ile senin kalbine indirmiştir.”
(Şuarâ Suresi, 192-195. Ayetler )
وَاِنَّهُ لَقُرْاٰنٌ كَر۪يمٌۙ ف۪ي كِتَابٍ مَكْنُونٍۙ لَا يَمَسُّهُٓ اِلَّا الْمُطَهَّرُونَۜ تَنْز۪يلٌ مِنْ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ
“Şüphesiz bu, korunmuş bir kitapta bulunan değerli bir Kur’an’dır. Ona, ancak arındırılmış olanlar dokunabilir. O, âlemlerin Rabb’inden indirilmedir.”
(Vâkıa Suresi, 77-80. Ayetler )
c) Kur’an’ın Benzersizliği (İ’cazı):
Kur’an, “Rabb-ül Âlemîn”in küllî kelâmı olduğu için, bütün cüz’î kelâmlar (insanların ve cinlerin sözleri, ilhamlar) toplansa onun mertebesine erişemez.
قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ الْاِنْسُ وَالْجِنُّ عَلٰٓى اَنْ يَأْتُوا بِمِثْلِ هٰذَا الْقُرْاٰنِ لَا يَأْتُونَ بِمِثْلِه۪ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَه۪يرًا
“De ki: ‘Andolsun, insanlar ve cinler bu Kur’an’ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar, birbirlerine de yardımcı olsalar, yine onun benzerini getiremezler.'”
(İsrâ Suresi, 88. Ayet)
4. Dördüncü Esas’ın Işığında Anlaşılan Hikmetler
Bu esasın anlaşılmasıyla, metnin sonunda belirtilen şu mühim sırlar da anlaşılır:
• Vahy ve İlham Farkı: Vahy (Kur’an gibi) küllî, umumî ve “Rabb-ül Âlemîn” ünvanından gelir; bu sebeple ekseriyetle Cibril (as) gibi azîm bir elçi vasıtasıyladır. İlham ise cüz’î, hususî ve “Rab” (şahsî Rab) ünvanından gelir; bu yüzden ekseri vasıtasızdır (doğrudan kalbe gelir).
• Nübüvvet ve Velayet Farkı: Bir nebi (peygamber), “pencere” açan gibidir; ilahî kelâmın küllîsine ve “saltanat-ı uzma”nın fermanına muhataptır. Veli ise “âyine” sahibi gibidir; ne kadar parlak olursa olsun, feyzi kendi kabiliyeti nisbetindedir. Bu sebeple en büyük veli dahi, bir nebinin (vahyin küllî mazharı olan) derecesine yetişemez.
• Mi’rac’ın Lüzumu: Kur’an gibi cihan şümul bir fermanı ve “Rabb-ül Âlemîn” hitabını alacak olan Zât (Hz. Muhammed s.a.v.), sadece “âyine” veya “pencere” makamında kalamazdı. O elçinin, bizzat Sultan’ın (Cenâb-ı Hak) huzuruna çıkması, “saltanat-ı uzma” makamını müşahede etmesi ve o küllî hitabı “Tâ Kab-ı Kavseyn” makamında alması gerekmiştir. Mi’rac, bu küllî ubudiyetin ve mazhariyetin bir isbatıdır.
Hulâsa olarak bu “Dördüncü Esas”, Kur’an’ın sadece Allah’tan gelen bir kitap değil, Allah’ın “Bütün Âlemlerin Rabbi” sıfatıyla, “İsm-i A’zam” mertebesinden bütün kâinata hitap eden ezelî fermanı olduğunu; diğer ilhamat ve kelimatın ise o okyanustan kabiliyetlere göre dağıtılan cüz’î damlalar mesabesinde kaldığını kat’î bir surette izah ve isbat etmektedir.
Yirminci Söz
[İki Makamdır]
Birinci Makam
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
وَاِذْ قُلْنَا لِلْمَلٰٓئِكَةِ اسْجُدُوا ِلاٰدَمَ فَسَجَدُٓوا اِلَّا ٓ اِبْل۪يسَ ٭ اِنَّ اللّٰهَ يَاْمُرُكُمْ اَنْ تَذْبَحُوا بَقَرَةً ٭ ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُمْ مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَ فَهِىَ كَالْحِجَارَةِ اَوْ اَشَدُّ قَسْوَةً ٭
Bir gün şu âyetleri okurken İblis’in ilkaatına karşı Kur’an-ı Hakîm’in feyzinden üç nükte ilham edildi. Vesvesenin sureti şudur:
Dedi ki: “Dersiniz: Kur’an mu’cizedir. Hem nihayetsiz belâgattadır. Hem, umuma her vakitte hidayettir. Halbuki, şöyle bazı hâdisat-ı cüz’iyeyi tarihvari bir surette musırrane tekrar etmekte ne mana var? Bir ineği kesmek gibi bir vakıa-i cüz’iyeyi, o kadar mühim tavsifat ile böyle zikretmek, hattâ o sure-i azîmeye de El-Bakara tesmiye etmekte ne münasebet var? Hem de Âdem’e secde olan hâdise, sırf bir emr-i gaybîdir. Akıl ona yol bulamaz. Kavî bir imandan sonra teslim ve iz’an edilebilir. Halbuki Kur’an, umum ehl-i akla ders veriyor. Çok yerlerde
اَفَلَا يَعْقِلُونَ
der, akla havale eder. Hem taşların tesadüfî olan bazı hâlât-ı tabiiyesini ehemmiyetle beyan etmekte ne hidayet var?”
İlham olunan nüktelerin sureti şudur:
Birinci Nükte:
Kur’an-ı Hakîm’de çok hâdisat-ı cüz’iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor. Nasılki,
عَلَّمَ اٰدَمَ الْاَسْمَٓاءَ كُلَّهَا
Hazret-i Âdem’in melaikelere karşı kabiliyet-i hilafet için bir mu’cizesi olan talim-i esmadır ki, bir hâdise-i cüz’iyedir. Şöyle bir düstur-u küllînin ucudur ki: Nev’-i beşere câmiiyet-i istidad cihetiyle talim olunan hadsiz ulûm ve kâinatın enva’ına muhit pek çok fünun ve Hâlıkın şuunat ve evsafına şamil kesretli maarifin talimidir ki; nev’-i beşere değil yalnız melaikelere, belki semavat ve arz ve dağlara karşı emanet-i kübrayı haml davasında bir rüchaniyet vermiş. Ve heyet-i mecmuasıyla arzın bir halife-i manevîsi olduğunu Kur’an ifham ettiği misillü; melaikelerin Âdem’e secdesiyle beraber, Şeytan’ın secde etmemesi olan hâdise-i cüz’iye-i gaybiye, pek geniş bir düstur-u külliye-i meşhudenin ucu olduğu gibi, pek büyük bir hakikatı ihsas ediyor. Şöyle ki:
Kur’an, şahs-ı Âdem’e melaikelerin itaat ve inkıyadını ve Şeytan’ın tekebbür ve imtinaını zikretmesiyle; nev’-i beşere kâinatın ekser maddî enva’ları ve o enva’ın manevî mümessilleri ve müekkelleri müsahhar olduklarını ve nev’-i beşerin hâsselerinin bütün istifadelerine müheyya ve münkad olduklarını ifham etmekle beraber; o nev’in istidadatını bozan ve yanlış yollara sevkeden mevadd-ı şerire ile onların mümessilleri ve sekene-i habiseleri, o nev’-i beşerin tarîk-i kemalâtında ne büyük bir engel, ne müdhiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar ederek, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan bir tek Âdem’le (A.S.) cüz’î hâdiseyi konuşurken, bütün kâinatla ve bütün nev’-i beşerle bir mükâleme-i ulviye ediyor.
İkinci Nükte:
Mısır Kıt’ası, kumistan olan Sahra-yı Kebir’in bir parçası olduğundan Nil-i Mübarek’in feyziyle gayet mahsuldar bir tarla hükmüne geçtiğinden, o cehennem-nümun sahra komşuluğunda şöyle cennet-misal bir mevki-i mübarekin bulunması, felahat ve ziraatı ahalisinde pek mergub bir surete getirmiş ve o sekenenin seciyesine öyle tesbit etmiş ki, ziraatı kudsiye ve vasıta-i ziraat olan “bakar”ı ve sevri mukaddes, belki mabud derecesine çıkarmış. Hattâ o zamandaki Mısır milleti sevre, bakara ibadet etmek derecesinde bir kudsiyet vermişler. İşte o zamanda Benî-İsrail dahi, o kıt’ada neş’et ediyordu ve o terbiyeden bir hisse aldıkları, İcl mes’elesinden anlaşılıyor.
İşte Kur’an-ı Hakîm, Hazret-i Musa Aleyhisselâm’ın risaletiyle, o milletin seciyelerine girmiş ve istidadlarına işlemiş olan o bakarperestlik mefkûresini kesip öldürdüğünü, bir bakarın zebhi ile ifham ediyor.
İşte şu hâdise-i cüz’iye ile bir düstur-u küllîyi, her vakit, hem herkese gayet lüzumlu bir ders-i hikmet olduğunu ulvî bir i’caz ile beyan eder.
Buna kıyasen bil ki: Kur’an-ı Hakîm’de bazı hâdisat-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz’î hâdiseler, küllî düsturların uçlarıdır. Hattâ çok surelerde zikr ve tekrar edilen Kıssa-i Musa’nın yedi cümlelerine misal olarak Lemaat’ta İ’caz-ı Kur’an Risalesinde o cüz’î cümlelerin herbir cüz’ünün nasıl mühim bir düstur-u küllîyi tazammun ettiğini beyan etmişiz. İstersen o risaleye müracaat et.
***********
Bu makam, Kur’an-ı Hakîm’in belâgatındaki bir i’caz (mucizelik) mertebesini ve onun dersinin umuma ve her vakte nasıl hitap ettiğini izah eden mühim bir esastır.
Konunun Geniş ve Detaylı İzahı: Cüz’î Hâdiselerdeki Küllî Düsturlar
Yirminci Söz’ün Birinci Makamı, İblis’in ilkaatı (vesvesesi) olarak tasvir edilen bir şüpheye cevap verir. Bu şüphe, özetle, “Madem Kur’an cihan şümul bir hidayettir, neden bir inek kesmek (Bakara) veya meleklerin Âdem’e (a.s) secdesi gibi tekil, gaybî ve aklın doğrudan yol bulamayacağı cüz’î hâdiseleri ısrarla tekrar eder?” sualidir.
Cevap, Kur’an’ın bu hâdiseleri bir tarih kitabı gibi nakletmediği, bilakis her bir cüz’î hâdisenin arkasına “bir düstur-u küllî sakladığı” ve onları “bir kanun-u umumînin ucu” olarak gösterdiği hakikatidir.
1. Birinci Nükte: Hz. Âdem (a.s), Melaike ve İblis (İnsanın Kâinattaki Vazifesi)
Bu nükte, insanın hilafet (halifelik) sırrını ve onun kâinattaki yerini tasvir eder.
• Zâhirî (Görünen) Hâdise: Melaikenin Hz. Âdem’e (a.s) secde etmesi ve İblis’in tekebbür edip imtina etmesi.
• Derûnî ve Küllî Mâna: Bu hâdise, şahs-ı Âdem’den ziyade, “nev’-i beşerin” (insan türünün) kâinattaki vazifesini beyan eder.
• Talim-i Esma (İsimlerin Öğretilmesi): Bu, insanın hilafetinin isbatıdır. Sadece lügat bilgisi değil, metinde ifade edildiği gibi, insanın “câmiiyet-i istidad” (kabiliyetlerinin toplayıcılığı) cihetiyle kâinatın bütün enva’ına (türlerine) ait “ulûm” (ilimler) ve “fünun” (fenler) ile Hâlık’ın (Yaratıcı’nın) “şuunat ve evsafına” (işlerine ve vasıflarına) dair “kesretli maarifi” (çoklu bilgileri) öğrenme kabiliyetidir. Bu kabiliyet, insanın “Emanet-i Kübra”yı (Büyük Emanet) yüklenmesinin sebebidir.
• Melaikenin Secdesi: Bu, kâinatın ekser “maddî enva’ları” (maddî türleri) ile o türlerin “manevî mümessilleri ve müekkelleri” olan melaikenin, nev’-i beşere “müsahhar” (boyun eğdirilmiş) ve onun istifadesine “müheyya” (hazır) olduğunu gösterir. Güneş, hava, su, toprak ve onlarda vazifeli manevî kuvvetler, insanın hayatını sürdürmesi ve vazifesini (halifelik) yapması için ona hizmetkârdır.
• Şeytan’ın İmtinaı (Sakınması): Bu, insanın kemalât (olgunluk) yolculuğundaki en büyük engeli tasvir eder. İnsanın istidatlarını bozan “mevadd-ı şerire” (şerli maddeler/unsurlar) ve onların mümessili olan “sekene-i habise” (kötü sakinler/varlıklar), insanın terakkisine düşmandır.
Kur’an, tek bir hâdise (Hz. Âdem’in kıssası) ile bütün bir insanlık tarihinin ve kâinatın derûnî yapısını (insan-kâinat-Allah münasebetini) izah eder.
• Konuyla Bağlantılı Ayetler :
• Talim-i Esma: (Bakara 2/31) “Ve Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra onları meleklere gösterip, ‘Eğer doğru söyleyenlerdenseniz, haydi bana şunların isimlerini bildirin’ dedi.”
• Secde Emri: (Bakara 2/34) “Hani biz meleklere, ‘Âdem için saygı ile eğilin’ demiştik de İblîs dışındakiler saygı ile eğilmişler; İblîs ise direnmiş, kibirlenmiş ve kâfirlerden olmuştu.”
• Emanet-i Kübra: (Ahzâb 33/72) “Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmekten çekindiler, ondan korktular. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir.”
• Müsahhar Kılınma: (Lokmân 31/20) “Allah’ın, göklerde ve yerdeki (nice varlık ve imkânları) sizin emrinize verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmediniz mi? …”
2. İkinci Nükte: Bakara (İnek) Kıssası (Fikrî Putların Kırılması)
Bu nükte, cüz’î bir emrin, nasıl köklü bir fikrî sapkınlığı tedavi ettiğini izah eder.
• Zâhirî Hâdise: Hz. Musa’nın (a.s) kavmine (Benî İsrail) bir inek (bakar) kesmelerini emretmesi.
• Derûnî ve Küllî Mâna: Metinde izah edildiği üzere, Mısır (Egypt) medeniyeti ziraata (felahat) dayalıydı ve ziraatın esası olan “bakar” (sığır, inek) ve “sevr” (öküz) o kadar mühimsenmişti ki, kudsiyet verilmiş, hatta “mabud derecesine” çıkarılmıştı.
• Bakarperestlik (İnekperestlik): Benî İsrail, Mısır’da bu terbiye ile neş’et ettiği (yetiştiği) için, onların “seciyelerine” (karakterlerine) bu mefkûre (ideoloji) işlemişti. Buzağıya tapmaları (İcl meselesi) bunun bir isbatıdır.
• Zebh (Kesme) Emri: Allah’ın bir inek kesilmesini emretmesi, sadece bir cinayeti aydınlatmak için değildi. Asıl maksat; onların kalplerine ve seciyelerine yerleşen o “bakarperestlik mefkûresini kesip öldürmek” idi. Mukaddes, ilâhî görülen bir şeyin, Allah’ın emriyle kesilebilen (zebh edilen) basit bir mahluk olduğunu göstermekti.
• Küllî Düstur: Bu hâdise, her devirde insanın mukaddesleştirdiği, Allah’a ortak koştuğu mecazî mabudları (para, makam, güç, ideoloji, tabiat kuvvetleri) kesip atması için bir düsturdur. Kur’an, bu cüz’î emirle, tevhidin (Allah’ı birlemenin) önündeki en büyük engel olan “fikrî şirki” tedavi etmenin yolunu gösterir.
• Konuyla Bağlantılı Ayetler :
• Emir: (Bakara 2/67) “Hani Mûsâ kavmine, ‘Allah, size bir sığır kesmenizi emrediyor’ demişti. Onlar da, ‘Sen bizimle alay mı ediyorsun?’ demişlerdi. Mûsâ, ‘Cahillerden olmaktan Allah’a sığınırım’ demişti.”
• İcl (Buzağı) Meselesi: (Bakara 2/51) “Hani, Mûsâ ile kırk gece için sözleşmiştik. Sonra siz, onun ardından buzağıyı (tanrı) edindiniz. Sizler (böylece) zalim kimselersiniz.”
Hülâsa (Özet): Yirminci Söz, Kur’an’ın bir hâdiseyi zikrederken, o hâdisenin kabuğu altında cihan şümul bir hikmet çekirdeğini sunduğunu ispat eder. Hz. Âdem kıssası ile “insanın vazifesini”, Bakara kıssası ile “tevhidin önündeki engelleri” ders verir.
Bilimsel Ayetler (Âyât-ı Tekvîniyye) ve Günümüz/Gelecek Yansımaları
Kur’an’ın cüz’î hâdiselerden küllî kanunlara intikal etme metodunun bir başka ciheti de, kâinattaki “hâlât-ı tabiiye” (tabiî durumlar) olarak görünen cüz’î hâdiselerden, küllî “bilimsel kanunlara” işaret etmesidir.
Kur’an bir fen kitabı değildir; ancak o, Sâni-i Hakîm’in (Hikmet Sahibi Sanatkâr) kudretini ve ilmini göstermek için kâinat kitabından (âyât-ı tekvîniyye) sıkça bahseder. Bu işaretlerin günümüz ve gelecekteki yansımaları (tezahürleri) şöyledir:
1. Evrenin Genişlemesi (Vüs’at Bulması)
• Sure ve Ayet: Zâriyât Suresi, 51/47
• : وَالسَّمَٓاءَ بَنَيْنَاهَا بِاَيْدٍ وَاِنَّا لَمُوسِعُونَ
“Göğü kudretimizle biz kurduk ve şüphesiz biz onu genişletmekteyiz.”
• Günümüz Yansıması: 20. asrın başında keşfedilen (Edwin Hubble’ın nazarı/gözlemi) evrenin genişlemesi (Big Bang/Büyük Patlama teorisinin temel direği), bu ayetle tam bir mutabakat içindedir. Ayetteki لَمُوسِعُونَ (lemûsi’ûn) tabiri, ism-i fail olup (genişleticiyiz), fiilin devam ettiğini (dinamik bir yapı) gösterir. Bu, statik (durağan) evren modelini reddeden bir tespittir.
• Gelecek Yansımaları: Bu “genişleme” mefhumu, günümüz kozmolojisinin en mühim meselesidir. “Karanlık enerji”nin (Dark Energy) bu genişlemeyi nasıl hızlandırdığına dair araştırmalar, evrenin gelecekteki akıbeti (Büyük Yırtılma, Büyük Donma vb.) hakkındaki teorilerin temelini oluşturur. Ayet, kâinatın “olmuş bitmiş” değil, “olmakta olan” bir yapı olduğunu belirterek gelecekteki keşiflere bir uç göstermektedir.
2. Hayatın Sudan Yaratılması (Suyun Hayatî Esas Olması)
• Sure ve Ayet: Enbiyâ Suresi, 21/30
• : …وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَٓاءِ كُلَّ شَيْءٍ حَيٍّ اَفَلَا يُؤْمِنُونَ
“… Biz, her canlı şeyi sudan yarattık. Hâlâ inanmıyorlar mı?”
• Günümüz Yansıması: Biyoloji ve kimya ilimleri, suyun (H₂O) bilinen hayat (hayat) için elzem (vazgeçilmez) olduğunu ispat etmiştir. Hücre plazmasının, metabolik faaliyetlerin ve biyokimyasal reaksiyonların tamamı su temellidir. Susuz bir hayat formu tasavvur edilememektedir.
• Gelecek Yansımaları: Bu ayet, “Astro-biyoloji” ilminin temel düsturudur. Başka gezegenlerde hayat arayışında (mesela Mars’ta veya Jüpiter’in uydusu Europa’da), bilim insanlarının aradığı ilk ve en mühim şey “sıvı haldeki su”dur. Kur’an’ın “her canlı şey” diyerek koyduğu bu küllî kanun, cihan şümul hayat arayışının anahtarı olmuştur.
3. Gökyüzünün Korunmuş Tavan Olması (Atmosferin Kalkan Vazifesi)
• Sure ve Ayet: Enbiyâ Suresi, 21/32
• : وَجَعَلْنَا السَّمَٓاءَ سَقْفاً مَحْفُوظاًۚ وَهُمْ عَنْ اٰيَاتِهَا مُعْرِضُونَ
“Gökyüzünü de korunmuş bir tavan yaptık. Onlar ise gökyüzünün âlemetlerine sırt çevirirler.”
• Günümüz Yansıması: Atmosferin (sema) sadece bir boşluk olmadığı, yeryüzünü (arz) “hıfzeden” (koruyan) bir “tavan” (sakf) olduğu tespiti muazzamdır. Atmosfer;
• Güneş’in zararlı ultraviyole (UV) ışınlarını (Ozon tabakası ile) filtreler.
• Kozmik ışınlara ve radyasyona karşı kalkan olur (Manyetosfer).
• Göktaşlarının (meteor) yeryüzüne ulaşmadan yanıp parçalanmasını sağlar.
• Hayat için lüzumlu sıcaklık ve basıncı muhafaza eder.
• Gelecek Yansımaları: Bu “korunmuş tavan”ın hassasiyeti (mesela ozon tabakasının delinmesi, sera gazı birikimi) günümüzün en büyük meselesi olan “iklim değişikliği” ve “küresel ısınma”nın merkezindedir. Ayrıca, uzay yolculuklarında ve başka gezegenlerde koloni kurma projelerinde (mesela Ay veya Mars), bu “korunmuş tavan”ın (atmosferin) yokluğunu telafi edecek suni hayat destek sistemleri kurmak, teknolojinin en büyük meydan okumasıdır.
4. Rüzgârların Aşılayıcılığı (Döllenme ve Yağmur)
• Sure ve Ayet: Hicr Suresi, 15/22
• : وَاَرْسَلْنَا الرِّيَاحَ لَوَاقِحَ فَاَنْزَلْنَا مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً فَاَسْقَيْنَاكُمُوهُۚ …
“Biz, rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik, gökten su indirip onunla sizin su ihtiyacınızı karşıladık…”
• Günümüz Yansıması: لَوَاقِحَ (levâkıh) kelimesi “aşılayıcılar, dölleyiciler” demektir. Modern bilim (Botanik ve Meteoroloji), rüzgârın iki temel “aşılama” vazifesini keşfetmiştir:
• Botanik: Bitkilerin çoğalması için polenlerin (tozlaşma) taşınması.
• Meteoroloji: Bulutların oluşumu için havadaki su buharını yoğunlaştıracak parçacıkları (toz, tuz vb.) taşıması ve bulutları “aşılayarak” yağmurun inmesini sağlaması. Ayetin hemen ardından “gökten su indirdik” denmesi bu ikinci mânâyı kuvvetle teyit eder.
• Gelecek Yansımaları: Bu “aşılama” prensibi, kuraklık ve çölleşme ile mücadelede kritik ehemmiyettedir. “Yapay yağmur” (bulut tohumlama) teknolojileri, esasen rüzgârın bu لَوَاقِح vazifesini taklit etme teşebbüsüdür. İklimin değişmesiyle ziraatın (tarımın) geleceği, bu rüzgâr ve yağmur tekrarlarının doğru anlaşılmasına ve idare edilmesine bağlıdır.
5. Demir (Hadîd) Unsurunun İnzâli (Gönderilmesi)
• Sure ve Ayet: Hadîd Suresi, 57/25
• : …وَاَنْزَلْنَا الْحَد۪يدَ ف۪يهِ بَأْسٌ شَد۪يدٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ …
“…Peygamberleri … gönderdik. Kendilerinde çetin bir sertlik ve insanlar için (çeşitli) yararlar bulunan demiri de indirdik…”
• Günümüz Yansıması: Ayette demir için “halaknâ” (yarattık) yerine “enzelnâ” (indirdik) tabirinin kullanılması son derece manidardır. Modern astrofizik, demir (Fe) gibi ağır elementlerin yeryüzünde (arz) oluşamayacağını ispat etmiştir. Bu elementler, dev yıldızların (Süpernova) patlamasıyla çekirdeklerinde sentezlenmiş ve milyarlarca yıl önce uzaya saçılarak, sonradan yoğunlaşan dünyamızın terkibine “indirilmiştir”.
• Gelecek Yansımaları: Demirin kâinattaki bu “indirilme” süreci, “yıldız nükleosentezi” ilminin esasıdır. Gelecekte, uzay madenciliği (space mining) projeleri, başka gezegen ve asteroidlerde bu “indirilmiş” kıymetli elementleri (sadece demir değil, altın, platin vb.) aramaya odaklanacaktır.
Netice
Yirminci Söz’ün Birinci Makamı’nda izah edilen metodoloji, Kur’an-ı Hakîm’in mu’cizevî (mucizevî) üslubunu gösterir:
• Cüz’î bir ahlâkî kıssadan (Hz. Âdem), cihan şümul bir “insan felsefesi” (İnsanın Halifeliği ve Düşmanı) çıkarır.
• Cüz’î bir fıkhî emirden (Bakara), cihan şümul bir “tevhid dersi” (Fikrî Putları Kırmak) çıkarır.
• Kâinattaki cüz’î bir nazardan (Gökyüzü, Rüzgâr, Su), cihan şümul bir “bilimsel kanun” (Fizik, Biyoloji, Kozmoloji Kanunları) çıkarır.
Kur’an, bunu yaparak, hem 1400 yıl önceki bedevîye, hem de 21. asırdaki kozmoloğa, o küllî düsturun ucu olan cüz’î misal üzerinden hitap eder; her akla ve her asra dersini verir.
Üçüncü Nükte:
ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُمْ مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَ فَهِىَ كَالْحِجَارَةِ اَوْ اَشَدُّ قَسْوَةً وَاِنَّ مِنَ الْحِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ الْاَنْهَارُ وَاِنَّ مِنْهَا لَمَا يَشَّقَّقُ فَيَخْرُجُ مِنْهُ الْمَٓاءُ وَاِنَّ مِنْهَا لَمَا يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللّٰهِ وَمَا اللّٰهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
Şu âyeti okurken, müvesvis dedi ki: “Herkese malûm ve âdi olan taşların şu fıtrî bazı hâlât-ı tabiiyesini, en mühim ve büyük mes’eleler suretinde bahis ve beyanda ne mana var, ne münasebet var, ne ihtiyaç var?”
Şu vesveseye karşı feyz-i Kur’andan şöyle bir nükte ilham edildi:
Evet, münasebet var ve ihtiyaç var. Hem o derece büyük bir münasebet ve ehemmiyetli bir mana ve o derece muazzam ve lüzumlu bir hakikat var ki, ancak Kur’anın îcaz-ı mu’cizi ve lütf-u irşadıyla bir derece basitleştirilmiş ve ihtisar edilmiş. Evet i’caz-ı Kur’anın bir esası olan îcaz, hem hidayet-i Kur’anın bir nuru olan lütf-u irşad ve hüsn-ü ifham, iktiza ediyorlar ki: Kur’anın muhatabları içinde ekseriyeti teşkil eden avama karşı küllî hakikatları ve derin ve umumî düsturları, me’luf ve cüz’î suretler ile gösterilsin ve fikirleri basit olan umumî avama karşı, muazzam hakikatların yalnız uçları ve basit bir sureti gösterilsin. Hem âdet perdesi tahtında ve zeminin altında hârikulâde olan tasarrufat-ı İlahiye, icmalen gösterilsin. İşte bu sırra binaendir ki, Kur’an-ı Hakîm şu âyetle diyor:
Ey Benî-İsrail ve ey Benî-Âdem! Sizlere ne olmuş ki: Kalbleriniz taştan daha camid ve daha ziyade katılaşmıştır. Zira görmüyor musunuz ki, o pek sert ve pek camid ve toprak altında bir tabaka-i azîme teşkil eden o koca taşlar, o kadar evamir-i İlahiyeye karşı muti’ ve müsahhar ve icraat-ı Rabbaniye altında o kadar yumuşak ve emirberdir ki, havada ağaçların teşkilinde tasarrufat-ı İlahiye ne derece sühuletle cereyan ediyor. Öyle de; taht-ez zemin ve o sert, sağır taşlarda o derece sühulet ve intizam ile, hattâ damarlara karşı kanın cevelanı gibi muntazam su cedvelleri
{(Haşiye): Evet, zemin denilen muhteşem ve seyyar sarayın temel taşı olan taş tabakasının Fâtır-ı Zülcelal tarafından tavzif edilen en mühim üç vazifeyi beyan etmek, ancak Kur’an’a yakışır. İşte birinci vazifesi: Toprağın, kudret-i Rabbaniye ile nebatata analık edip yetiştirdiği gibi, kudret-i İlahiye ile taş dahi toprağa dâyelik edip yetiştiriyor. İkinci vazifesi: Zeminin bedeninde deveran-ı dem hükmünde olan suların muntazam cevelanına hizmetidir. Üçüncü vazife-i fıtriyesi: Çeşmelerin ve ırmakların, uyûn ve enharın muntazam bir mizan ile zuhur ve devamlarına hazinedarlık etmektir. Evet taşlar, bütün kuvvetiyle ve ağızlarının dolusuyla akıttıkları âb-ı hayat suretinde, delail-i vahdaniyeti zemin yüzüne yazıp serpiyor.}
ve su damarları, kemal-i hikmetle o taşlarda mukavemet görmeyerek cereyan ediyor. Hem havada nebatat ve ağaçların dallarının sühuletle suret-i intişarı gibi; o derece sühuletle köklerin nazik damarları, yer altındaki taşlarda mümanaat görmeyerek evamir-i İlahî ile muntazaman intişar ettiğini Kur’an işaret ediyor ve geniş bir hakikatı, şu âyetle ders veriyor ve o ders ile, o kasavetli kalblere bu manayı veriyor ve remzen diyor:
Ey Benî-İsrail ve ey Benî-Âdem! Za’f u acziniz içinde nasıl bir kalb taşıyorsunuz ki, öyle bir zâtın evamirine karşı o kalb kasavetle mukavemet ediyor. Halbuki o koca sert taşların tabaka-i muazzaması, o zâtın evamiri önünde kemal-i inkıyadla karanlıkta nazik vazifelerini mükemmel îfa ediyorlar. İtaatsizlik göstermiyorlar. Belki o taşlar, toprak üstünde bulunan bütün zevilhayata, âb-ı hayatla beraber sair medar-ı hayatlarına öyle bir hazinedarlık ediyor ve öyle bir adaletle taksimata vesiledir ve öyle bir hikmetle tevziata vasıta oluyor ki, Hakîm-i Zülcelal’in dest-i kudretinde, balmumu gibi ve belki hava gibi yumuşaktır, mukavemetsizdir ve azamet-i kudretine karşı secdededir. Zira toprak üstünde müşahede ettiğimiz şu masnuat-ı muntazama ve şu hikmetli ve inayetli tasarrufat-ı İlahiye misillü, zemin altında aynen cereyan ediyor.
Belki hikmeten daha acib ve intizamca daha garib bir surette hikmet ve inayet-i İlahiye tecelli ediyor. Bakınız! En sert ve hissiz o koca taşlar, nasıl balmumu gibi evamir-i tekviniyeye karşı yumuşaklık gösteriyorlar ve memur-u İlahî olan o latif sulara, o nazik köklere, o ipek gibi damarlara o derece mukavemetsiz ve kasavetsizdir. Güya bir âşık gibi, o latif ve güzellerin temasıyla kalbini parçalıyor, yollarında toprak oluyor.
Hem
وَاِنَّ مِنْهَا لَمَا يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللّٰهِ
ile şöyle bir hakikat-ı muazzamanın ucunu gösteriyor ki: “Taleb-i Rü’yet” hâdisesinde, meşhur dağın tecelli ile parçalanması ve taşlarının dağılması gibi; umum rûy-i zeminde aslı sudan incimad etmiş âdeta yekpare taşlardan ibaret olan ekser dağların zelzele veya bazı hâdisat-ı arziye suretinde tecelliyat-ı celaliye ile o dağların yüksek zirvelerinden o haşyet verici tecelliyat-ı celaliyenin zuhuruyla taşlar parçalanarak, bir kısmı ufalanıp toprağa kalbolup, nebatata menşe’ olur. Diğer bir kısmı taş kalarak, yuvarlanıp derelere, ovalara dağılıp, sekene-i zeminin meskeni gibi birçok işlerinde hizmetkârlık ederek ve mahfî bazı hikem ve menafi’ için kudret ve hikmet-i İlahiyeye secde-i itaat ederek, desatir-i hikmet-i Sübhaniyeye emirber şeklini alıyorlar. Elbette o haşyetten, o yüksek mevkii terkedip mütevaziane aşağı yerleri ihtiyar etmek ve o mühim menfaatlere sebeb olmak beyhude olmayıp, başıboş değil ve tesadüfî dahi olmadığını, belki bir Hakîm-i Kadîr’in tasarrufat-ı hakîmanesiyle, o intizamsızlık içinde zahir nazara görünmeyen bir intizam-ı hakîmane bulunduğuna delil ise; o taşlara müteallik faideler, menfaatler ve onlar üstünde yuvarlandıkları dağın cesedine giydirilen ve çiçek ve meyvelerin murassaatıyla münakkaş ve müzeyyen olan gömleklerin kemal-i intizamı ve hüsn-ü san’atı; kat’î, şübhesiz şehadet eder.
İşte şu üç âyetin, hikmet nokta-i nazarında ne kadar kıymetdar olduğunu gördünüz. Şimdi bakınız Kur’anın letafet-i beyanına ve i’caz-ı belâgatına; nasıl şu zikrolunan büyük ve geniş ve ehemmiyetli hakikatların uçlarını üç fıkra içinde üç vakıa-yı meşhure ve meşhude ile gösteriyor ve medar-ı ibret üç hâdise-i uhrayı hatırlatmakla latif bir irşad yapar, mukavemetsûz bir zecreder.
Meselâ: İkinci fıkrada der:
وَاِنَّ مِنْهَا لَمَا يَشَّقَّقُ فَيَخْرُجُ مِنْهُ الْمَٓاءُ
Şu fıkra ile Hazret-i Musa Aleyhisselâm’ın asâsına karşı kemal-i şevk ile inşikak edip oniki gözünden oniki çeşme akıtan taşa işaret etmekle, şöyle bir manayı ifham ediyor ve manen diyor: Ey Benî-İsrail! Bir tek mu’cize-i Musa’ya (A.S.) karşı koca taşlar yumuşar, parçalanır. Ya haşyetinden veya sürurundan ağlayarak sel gibi yaş akıttığı halde, hangi insafla bütün mu’cizat-ı Museviyeye (A.S.) karşı temerrüd ederek ağlamayıp, gözünüz cümud ve kalbiniz katılık ediyor.
Hem üçüncü fıkrada der:
وَاِنَّ مِنْهَا لَمَا يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللّٰهِ
Şu fıkra ile Tûr-i Sina’daki münacat-ı Museviyede (A.S.) vuku bulan tecelliye-i celaliye heybetinden koca dağ parçalanıp dağılması ve o haşyetten taşların etrafa yuvarlanması olan vakıa-yı meşhureyi ihtar ile şöyle bir manayı ders veriyor ki: Ey Kavm-i Musa (A.S.)! Nasıl, Allah’tan korkmuyorsunuz? Halbuki taşlardan ibaret olan dağlar, onun haşyetinden ezilip dağılıyor ve sizden ahz-ı misak için üstünüzde Cebel-i Tûr’u tuttuğunu, hem taleb-i rü’yet hâdisesinde dağın parçalanmasını bilip ve gördüğünüz halde, ne cesaretle onun haşyetinden titremeyip, kalbinizi katılık ve kasavette bulunduruyorsunuz?
Hem birinci fıkrada diyor:
وَاِنَّ مِنَ الْحِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ الْاَنْهَارُ
Bu fıkra ile dağlardan nebean eden Nil-i Mübarek, Dicle ve Fırat gibi ırmakları hatırlatmakla, taşların evamir-i tekviniyeye karşı ne kadar hârikanüma ve mu’cizevari bir surette mazhar ve müsahhar olduğunu ifham eder ve onunla böyle bir manayı müteyakkız kalblere veriyor ki: Şöyle azîm ırmakların elbette mümkün değil, şu dağlar hakikî menbaları olsun. Çünki farazâ o dağlar tamamen su kesilse ve mahrutî birer havuz olsalar, o büyük nehirlerin şöyle sür’atli ve kesretli cereyanlarına müvazeneyi kaybetmeden, birkaç ay ancak dayanabilirler. Ve o kesretli masarıfa karşı galiben bir metre kadar toprakta nüfuz eden yağmur, kâfi vâridat olamaz. Demek ki, şu enharın nebeanları, âdi ve tabiî ve tesadüfî bir iş değildir. Belki pek hârika bir surette Fâtır-ı Zülcelal, onları sırf hazine-i gaybdan akıttırıyor.
İşte bu sırra işareten bu manayı ifade için hadîste rivayet ediliyor ki: “O üç nehrin herbirine Cennet’ten birer katre her vakit damlıyor ve ondan bereketlidirler.” Hem bir rivayette denilmiş ki: “Şu üç nehrin menbaları Cennet’tendir.” Şu rivayetin hakikatı şudur ki: Madem esbab-ı maddiye, şunların bu derece kesretli nebeanına kabil değildir. Elbette menbaları, bir âlem-i gaybdadır ve gizli bir hazine-i rahmetten gelir ki, masarıf ile vâridatın müvazenesi devam eder.
İşte Kur’an-ı Hakîm, şu manayı ihtar ile şöyle bir ders veriyor ki, der: Ey Benî-İsrail ve ey Benî-Âdem! Kalb katılığı ve kasavetinizle öyle bir Zât-ı Zülcelal’in evamirine karşı itaatsizlik ediyorsunuz ve öyle bir Şems-i Sermedî’nin ziya-yı marifetine gafletle gözlerinizi yumuyorsunuz ki, Mısır’ınızı Cennet suretine çeviren Nil-i Mübarek gibi koca nehirleri, âdi camid taşların ağızlarından akıtıp mu’cizat-ı kudretini, şevahid-i vahdaniyetini o koca nehirlerin kuvvet ve zuhur ve ifazaları derecesinde kâinatın kalbine ve zeminin dimağına vererek, cin ve insin kulûb ve ukûlüne isale ediyor. Hem hissiz, camid bazı taşları böyle acib bir tarzda
{(Haşiye): Nil-i Mübarek, Cebel-i Kamer’den çıktığı gibi, Dicle’nin en mühim bir şubesi, Van Vilayetinden Müküs nahiyesinde bir kayanın mağarasından çıkıyor. Fırat’ın da mühim bir şubesi, Diyadin taraflarında bir dağın eteğinden çıkıyor. Dağların aslı, hilkaten bir madde-i mayiadan incimad etmiş taşlar olduğu fennen sabittir. Tesbihat-ı Nebeviyeden olan
سُبْحَانَ مَنْ بَسَطَ الْاَرْضَ عَلٰى مَٓاءٍ جَمَدْ
kat’î delalet ediyor ki: Asl-ı hilkat-i arz şöyledir ki: Su gibi bir madde, emr-i İlahî ile incimad eder, taş olur. Taş, izn-i İlahî ile toprak olur. Tesbihteki Arz lafzı, toprak demektir. Demek o su, çok yumuşaktır; üstünde durulmaz. Taş çok serttir, ondan istifade edilmez. Onun için Hakîm-i Rahîm, toprağı taş üstünde serer, zevilhayata makarr eder.}
mu’cizat-ı kudretine mazhar etmesi; Güneşin ziyası Güneşi gösterdiği gibi, o Fâtır-ı Zülcelal’i gösterdiği halde, nasıl onun o nur-u marifetine karşı kör olup görmüyorsunuz?
İşte şu üç hakikate nasıl bir belâgat giydirilmiş gör. Ve belâgat-ı irşadiyeye dikkat et. Acaba hangi kasavet ve katılık vardır ki, böyle hararetli şu belâgat-ı irşada karşı dayanabilsin, ezilmesin?
İşte baştan buraya kadar anladınsa, Kur’an-ı Hakîm’in irşadî bir lem’a-i i’cazını gör, Allah’a şükret.
سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيم
اَللّٰهُمَّ فَهِّمْنَا اَسْرَارَ الْقُرْاٰنِ كَمَا تُحِبُّ وَ تَرْضٰى وَ وَفِّقْنَا لِخِدْمَتِهِ اٰم۪ينَ بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِم۪ينَ
اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلٰى مَنْ اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْقُرْاٰنُ الْحَك۪يمُ وَ عَلٰٓى اٰلِه۪ وَ صَحْبِه۪ اَجْمَع۪ينَ
* * *
Bu Nükte, Kur’an-ı Hakîm’in Bakara Sûresi 74. ayet-i kerimesi üzerinden, insanın kalb katılığını (kasavet-i kalb) ve buna mukabil, cansız zannedilen mevcudatın (burada taşların) Allah’ın emirlerine (evamir-i tekviniye) karşı nasıl mutlak bir itaat ve haşyet (korku) içinde olduğunu harika bir belâgat ile izah etmektedir.
ÜÇÜNCÜ NÜKTE’NİN GENİŞ VE DETAYLI TAHLİLİ
1. Giriş: Temel Mesele ve Kur’an’ın İrşad Metodu
Nükte’nin merkezinde yer alan ayet-i kerime şudur:
﴿ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُمْ مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَ فَهِىَ كَالْحِجَارَةِ اَوْ اَشَدُّ قَسْوَةً…﴾
Meali: “Bundan sonra kalpleriniz yine katılaştı; artık kalpleriniz taş gibi, hatta daha da katıdır. Taşın öylesi var ki ondan ırmaklar kaynar; öylesi de var ki çatlayıp bağrından su fışkırır; bazı taşlar da var ki Allah korkusuyla yuvarlanıp düşer. Allah, yapmakta olduklarınızdan habersiz değildir.” (Bakara, 2/74)
Nükte, “müvesvis” (vesvese veren) bir zihnin sorusuyla başlar: “Herkese malûm ve âdi olan taşların şu fıtrî bazı hâlât-ı tabiiyesini… bahis ve beyanda ne mana var?”
Bu, modern pozitivist (tabiatperest) zihniyetin de temel bir yanılgısıdır. Tabiat hadiselerine “âdi” (sıradan) ve “tabiî” (kendi kendine olan) nazarıyla bakmak, onların ardındaki harikulâde sanatı, kudreti ve itaati görmeyi engeller.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Kur’an’ın “i’caz-ı mu’cizî” (mucizevî özlülük) ve “lütf-u irşad” (irşad etme nezaketi) ile hareket ettiğini belirtir. Kur’an, muhataplarının ekseriyetini teşkil eden “avam” (halk) tabakasına, derin ve küllî hakikatleri, onların “me’luf” (alıştıkları) ve “cüz’î” (parça) suretler ile gösterir. Taş örneği, bu metodun zirvesidir.
2. Nükte’de Tahlil Edilen Merkezi Kavramlar ve Müradifleri
a) Kasavet-i Kalb (Kalp Katılığı):
Ayetin ilk muhatabı olan Benî İsrail’in, sayısız mucizeye (Hz. Musa’nın (a.s.) asâsı, denizin yarılması, kudret helvası vb.) şahit olduktan sonra tekrar isyana ve inkâra dönmelerini ifade eder. Kalbin, imana ve hidayete karşı hissizleşmesi, tesir kabul etmez hale gelmesidir. Bu, taştan daha şiddetli bir katılıktır; zira taş, emre itaat eder, bu kalp ise emre isyan eder.
b) Evamir-i Tekviniye (Yaratılış Emirleri) ve İtaat:
Nükte, taşların sertliğinin (camid, sağır) onların isyanını değil, vazifelerindeki sağlamlığını gösterdiğini belirtir. Taşlar, Allah’ın yaratılış kanunlarına (evamir-i tekviniye) karşı “muti'” (itaatkâr) ve “müsahhar” (boyun eğdirilmiş) durumdadır. İnsandan beklenen “evamir-i şer’iyye”ye (dinî emirlere) itaattir. Kur’an, tekvinî emirlere itaati göstererek, şer’î emirlere isyan eden insanı tenkit (zecreder) eder.
c) Haşyetullah (Allah Korkusu/Saygısı):
Nükte’de ve ayette geçen …يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللّٰهِ (Allah haşyetinden yuvarlanır) ifadesi, cansız mevcudatın dahi bir şuur seviyesine sahip olduğunu, ancak bu şuurun onların vazifeleri dairesinde olduğunu gösterir. Bu, bir “tesbih” ve “itaat” şuurudur. Taşın, “tecelliyat-ı celaliye” (Allah’ın celalinin tecellisi) karşısında parçalanması, onun bu celale olan fıtrî mukavemetsizliğidir.
3. Âyetin Üç Fıkrasının Derûnî (İç) Manaları ve Bağlantılı Ayetler
Nükte, ayetteki taşlara dair üç hali, üç büyük hakikate ve mucizeye bağlar:
1. “Taşın öylesi var ki ondan ırmaklar kaynar” (…لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ الْاَنْهَارُ)
• İzahı: Bu fıkra, Nil, Dicle, Fırat gibi azîm ırmakların dağların (yani taş kütlelerinin) içinden çıkmasına işaret eder. Müellif, bu devasa su kütlelerinin sebebinin sadece yağmur (maddî sebepler) olamayacağını, zira dağların birer havuz olsa bile bu kesretli akışa birkaç ay dayanamayacağını belirtir.
• Hakikat: Demek ki bu nehirler, âdi ve tesadüfî değil, “hazine-i gayb”dan (gayb hazinesinden) gelen birer “mu’cizat-ı kudret”tir. Taşlar, bu kudrete “hazinedarlık” etmektedir.
• Bağlantılı Ayetler (Rızık ve Sular):
• Zümer, 39/21: “Görmedin mi Allah’ın gökten su indirip onu yerdeki kaynaklara akıttığını? Sonra onunla değişik renklerde ürünler bitirir, sonra bu bitkiler gelişip olgunlaşır; ardından onun sarardığını görürsün, sonunda Allah onu kırılıp ufalanmış hale getirir. Kuşkusuz bunda akıl iz’an sahipleri için bir ders vardır.”
• Mülk, 67/30: “Bir de şunu sor: ‘Suyunuz çekiliverse size yerden kaynayan suyu kim getirebilir?'”
2. “Öylesi de var ki çatlayıp bağrından su fışkırır” (…لَمَا يَشَّقَّقُ فَيَخْرُجُ مِنْهُ الْمَٓاءُ)
• İzahı: Bu fıkra, açıkça Hz. Musa’nın (a.s.) mucizesine işaret eder. Kavmi susuz kaldığında, Allah’ın emriyle asâsını taşa vurmuş ve taştan on iki kaynak fışkırmıştır.
• Hakikat (Zecr/Tenkit): Nükte, “Bir tek mu’cize-i Musa’ya (A.S.) karşı koca taşlar yumuşar, parçalanır… Ya haşyetinden veya sürurundan ağlayarak sel gibi yaş akıttığı halde, hangi insafla bütün mu’cizat-ı Museviyeye (A.S.) karşı temerrüd ederek (inat ederek) ağlamayıp, gözünüz cümud (donukluk) ve kalbiniz katılık ediyor?” diyerek Benî İsrail’in ve benzer durumdakilerin kalp katılığına dikkat çeker.
• Bağlantılı Ayet (Mucizenin Aslı):
• Bakara, 2/60: “Bir zamanlar Mûsâ kavmi için su istemiş, biz de ona, ‘Asânı taşa vur!’ demiştik. Bunun üzerine taştan on iki göze fışkırdı. Her topluluk kendi içeceği yeri bildi. ‘Allah’ın rızkından yiyin için; yeryüzünde fitne fesat çıkarmayın’ (dedik).”
3. “Bazı taşlar da var ki Allah korkusuyla yuvarlanıp düşer” (…وَاِنَّ مِنْهَا لَمَا يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللّٰهِ)
• İzahı: Bu fıkra, “Taleb-i Rü’yet” (Allah’ı görme talebi) hadisesine işaret eder. Hz. Musa (a.s.), Tûr-i Sina’da Allah’ı görmek istediğinde, Allah’ın dağa tecellisi (tecelliye-i celaliye) ile dağ paramparça olmuş, taşlar etrafa dağılmıştır.
• Hakikat (Haşyetin Şiddeti): Taşlardan ibaret olan dağlar, Allah’ın celalinin tecellisine dayanamayıp ezilirken, ey Benî Âdem, siz nasıl oluyor da O’nun emirlerine karşı kalbinizi katı tutabiliyorsunuz?
• Bağlantılı Ayetler (Tecelli ve Haşyet):
• A’râf, 7/143: “Mûsâ, tayin ettiğimiz vakitte (Tûr’a) gelip de rabbi onunla konuştuğunda o, ‘Rabbim! Bana görün; sana bakayım’ dedi. Rabbi, ‘Sen beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak; eğer o yerinde durabilirse sen de beni görebilirsin’ buyurdu. Rabbi o dağa tecelli edince onu paramparça etti; Mûsâ da bayılıp düştü…”
• Haşr, 59/21: “Şayet biz bu Kur’an’ı bir dağın üzerine indirmiş olsaydık, onu Allah korkusundan titremiş ve paramparça olmuş görürdün. İşte bu misalleri insanlar düşünsünler diye veriyoruz.”
4. Konunun “Bilimsel Âyetler” ile Tevhidi Tahlili ve Özellikleri
Talebinizdeki “bilimsel ayetler” ifadesini, kâinat kitabının (tabiatın) ayetleri ve Kur’an ayetlerinin bu kâinattaki nizamı (düzeni) ifade edişi olarak ele alabiliriz. Nükte, tam da bu tevhidî bakış açısını (tevhid nazarı) sunmaktadır.
a) Jeoloji ve Hidroloji (Taşlar ve Sular – Zümer, Mülk Sûreleri):
• Nükte’nin İşareti: Taşların, yeryüzündeki suların cevelanına (dolaşımına) “hizmet” etmesi, çeşmelere “hazinedarlık” yapması.
• Bilimsel Tezahürü: Modern hidroloji (su bilimi) ve jeoloji (yer bilimi), tam da Nükte’de belirtilen bu hakikati tasvir eder. Yağmur sularının yer altına sızması (sızma), “akifer” denilen gözenekli taş tabakalarında (kumtaşı, çakıltaşı vb.) depolanması ve bu depolanan suların, basınçla veya yerçekimiyle kaynaklar (çeşmeler) halinde tekrar yeryüzüne çıkması (artezyen, kaynak), tam olarak taşın “hazinedarlık” ve “hizmetkârlık” vazifesidir.
• Ayetin Yönü (Zümer Sûresi): Zümer 21. ayet, bu döngüyü “Allah’ın gökten su indirip onu yerdeki kaynaklara akıttığını” (يَنَاب۪يعَ فِي الْاَرْضِ) ifade ederek, sebebi (yağmur) ve sonucu (kaynak) doğrudan Fâil’e (Allah’a) bağlar. Bilim, mekanizmayı (taşın gözenekliliği) inceler; Kur’an, o mekanizmayı çalıştıranı ve vazifelendireni bildirir.
b) Biyoloji (Taş ve Kökler – Abese Sûresi):
• Nükte’nin İşareti: “O derece sühuletle köklerin nazik damarları, yer altındaki taşlarda mümanaat (engel) görmeyerek evamir-i İlahî ile muntazaman intişar ettiğini (yayıldığını) Kur’an işaret ediyor.”
• Bilimsel Tezahürü: Bitki biyolojisi, “nazik” kök uçlarının, “sert” taşları ve kayaları nasıl deldiğini inceler. Kökler, hem mekanik basınç (büyüme gücü) hem de salgıladıkları asitlerle (kimyevî çözünme) en sert tabakaları dahi “şakkeder” (yarar). Bu, Nükte’de belirtildiği gibi, sert taşın, kendisinden çok daha zayıf ve latif olan köke itaat etmesi ve yol vermesidir. Bu, emr-i İlahî iledir.
• Ayetin Yönü (Abese Sûresi):
• Abese, 80/25-27: “Gerçekten biz, yağmuru bol bol yağdırdık. Sonra toprağı, iyiden iyiye yardık! Böylece sizin ve hayvanlarınızın yararlanması için orada taneler… bitirdik.”
• ثُمَّ شَقَقْنَا الْاَرْضَ شَقًّا (“Sonra toprağı göz göz yardık”) ayeti, hem tohumun toprağı yarmasına hem de kökün yer altındaki tabakaları (taşları) yararak ilerlemesine harika bir işarettir.
c) Fizik ve Jeofizik (Dağların Parçalanması – A’râf, Haşr, Zilzâl Sûreleri):
• Nükte’nin İşareti: Dağların “tecelliyat-ı celaliye” ile parçalanması, “zelzele” veya “hâdisat-ı arziye” (yer olayları) suretinde taşların yuvarlanması.
• Bilimsel Tezahürü: Bilim buna “tektonik hareketler”, “fay hatları” (zelzele), “erozyon” veya “kütle çekimi” (taşın yuvarlanması) der. Nükte, bu fizikî kanunların ardındaki iradeyi ve haşyeti nazara verir. Dağın parçalanması bir fizik kuralıdır, ancak o kuralı koyan ve o anda “tecelli” eden, Kudret-i İlahî’dir. Tûr Dağı’ndaki hadise (A’râf 143) ise bu fizikî kanunların üstünde, doğrudan bir mucizevî tecellidir.
• Ayetin Yönü (Haşr Sûresi): Haşr 21. ayeti, bu fizikî hadiseyi manevî bir boyuta taşır. Kur’an’ın manevî ağırlığı ve azameti, bir dağın fizikî yapısının dayanamayacağı bir “haşyet” sebebidir. Bu, Nükte’deki “kasavetli kalbin” (katı kalbin), dağdan daha dayanıklı değil, daha hissiz ve itaatsiz olduğunu isbat eder.
5. Günümüz ve Gelecekteki Yansıma, Tezahür ve Gelişmeler
Bu Nükte ve ayet-i kerime, sadece Benî İsrail’e değil, modern ve gelecek nesillere de hitap etmektedir.
a) Günümüzdeki Yansımaları (Tezahürleri):
• Teknolojik Kasavet (Katılık): Modern insan, “taşa” hükmetme noktasında zirveye ulaşmıştır. Silikon (kum/taş) vadilerinde, taşın en rafine halinden “işlemciler” (CPU) yapmakta, yani taşa hesap yaptırmaktadır. Ancak Nükte’nin mantığıyla, o silikon çip, kendisine yüklenen emre (program koduna) mutlak itaat eder. İnsan ise, kendisini ve o taşı yaratanın emrine (Kur’an’a) karşı, kalbini katılaştırmakta, enaniyet (ego) göstermektedir. Bilgisi arttıkça, itaati azalmaktadır. Bu, modern “kasavet-i kalb”dir.
• Ekolojik İsyan: Nükte, taşların ve dağların “hazinedarlık” vazifesini ve tabiatın “muntazam” (düzenli) hizmetini anlatır. Günümüz insanı, “kasavetli” kalbi ve hırsıyla, bu hazineleri (su kaynakları, madenler, ormanlar) israf etmekte, tabiatın nizamını bozmaktadır. Bu, sadece bir çevre kirliliği değil, “evamir-i tekviniye”ye karşı bir isyan ve taşların hizmetkârlığına karşı bir nankörlüktür.
b) Gelecekteki Gelişmeler ve Perspektif:
• Tevhidî Bilim Anlayışının Zarureti: Gelecekte bilimin gelişmesi, Nükte’nin işaret ettiği hakikatleri daha da parlatacaktır. Jeoloji, yeraltı su rezervlerinin (akiferlerin) ne kadar mucizevî bir “hazinedarlık” olduğunu; biyoloji, bir kökün taşı delmesindeki kimyevî ve fizikî harikaları; astrofizik ise kâinattaki “celalî tecellilerin” (karadelikler, süpernovalar) azametini daha çok gösterecektir. Geleceğin hikmetli insanı, bu bilimsel verilere bakıp “âdi, tabiî” demek yerine, Nükte’nin dediği gibi “ne kadar muntazam, ne kadar muti'” diyerek Fâtır-ı Zülcelal’e secde edecektir.
• Yapay Zekâ ve İtaat: Geleceğin en mühim gelişmelerinden olan yapay zekâ, temelde “silikon”a (taşa) yüklenen emirlere dayanır. Bu teknolojiler, “itaat” konusunda kusursuzdurlar. İnsanlığın gelecekteki en büyük imtihanı şu zıtlık olacaktır: Kendi yaptığı “âdi” taşa dayalı makinelere itaat ettiren insan, kendisini “Ahsen-i Takvim”de (en güzel surette) yaratan Rabbine itaat edecek midir? Yoksa kalbi, programladığı taştan daha mı katı kalacaktır?
6. Hâtime (Sonuç)
Risale-i Nur’dan iktibas edilen bu Üçüncü Nükte, Kur’an-ı Hakîm’in, en âdi ve sıradan görülen bir mevcudu (taşı) eline alıp, onu nasıl kalp katılığına (kasavet-i kalb) karşı en keskin bir elmas kılıç gibi kullandığını göstermektedir. Taş; haşyetiyle, itaatiyle, fışkıran sularıyla, yarılan bağrıyla ve yuvarlanışıyla, insana ve Benî Âdem’e ders vermektedir.
Cenâb-ı Hak, kalplerimizi kasavetten muhafaza eylesin ve bizleri, taşlar kadar dahi olsa, emirlerine muti’ olan kullarından eylesin.
Metnin sonunda yer alan duaya iştirak ederek bitirelim:
سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
اَللّٰهُمَّ فَهِّمْنَا اَسْرَارَ الْقُرْاٰنِ كَمَا تُحِبُّ وَ تَرْضٰى وَ وَفِّقْنَا لِخِدْمَتِهِ اٰم۪ينَ بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِم۪ينَ
.
Yirminci Söz’ün İkinci Makamı
[Mu’cizat-ı Enbiya yüzünde parlayan bir lem’a-i i’caz-ı Kur’an]
Âhirdeki iki sual ve iki cevaba dikkat et.
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍٍ اِلَّا ف۪ى كِتَابٍ مُب۪ينٍٍ
Ondört sene evvel, (şimdi otuz seneden geçti) şu âyetin bir sırrına dair İşarat-ül İ’caz namındaki tefsirimde arabiyy-ül ibare bir bahis yazmıştım. Şimdi arzuları bence ehemmiyetli olan iki kardeşim, o bahse dair Türkçe olarak bir parça izah istediler. Ben de Cenab-ı Hakk’ın tevfikine itimaden ve Kur’anın feyzine istinaden diyorum ki:
Bir kavle göre Kitab-ı Mübin, Kur’andan ibarettir. Yaş ve kuru, herşey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri; ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhamen, ya ihtar tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre ve maksad-ı Kur’ana münasib bir tarzda ve iktiza-yı makam münasebetinde şu tarzların birisiyle ifade ediliyor. Ezcümle:
Beşerin san’at ve fen cihetindeki terakkiyatlarının neticesi olan havarik-ı san’at ve garaib-i fen olarak tayyare, elektrik, şimendifer, telgraf gibi şeyler vücuda gelmiş ve beşerin hayat-ı maddiyesinde en büyük mevki almışlar. Elbette umum nev’-i beşere hitab eden Kur’an-ı Hakîm, şunları mühmel bırakmaz. Evet bırakmamış. İki cihet ile onlara da işaret etmiştir:
Birinci cihet:
Mu’cizat-ı Enbiya suretiyle…
İkinci kısım
şudur ki: Bazı hâdisat-ı tarihiye suretinde işaret eder. Ezcümle:
قُتِلَ اَصْحَابُ اْلاُخْدُودِ ٭ اَلنَّارِ ذَاتِ الْوَقُودِ ٭ اِذْ هُمْ عَلَيْهَا قُعُودٌ ٭ وَهُمْ عَلٰى مَا يَفْعَلُونَ بِالْمُؤْمِن۪ينَ شُهُودٌ ٭ وَمَا نَقَمُوا مِنْهُمْ اِلَّا ٓ اَنْ يُؤْمِنُوا بِاللّٰهِ الْعَز۪يزِ الْحَم۪يدِ ٭
Keza:
فِى الْفُلْكِ الْمَشْحُونِ ٭ وَخَلَقْنَا لَهُمْ مِنْ مِثْلِه۪ مَا يَرْكَبُونَ
{(Haşiye-1): Şu cümle işaret ediyor ki: Şimendiferdir. Âlem-i İslâm’ı esaret altına almıştır. Kâfirler onunla İslâm’ı mağlub etmiştir.}
gibi âyetlerle şimendifere işaret ettiği gibi,
اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ مَثَلُ نُورِه۪ كَمِشْكَاةٍ ف۪يهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ ف۪ى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ
{(Haşiye-2):
يَكَادُ زَيْتُهَا يُض۪ٓىءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلٰى نُورٍ
cümlesi, o remzi ışıklandırıyor.}
لَا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُض۪ٓىءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلٰى نُورٍ يَهْدِى اللّٰهُ لِنُورِه۪ مَنْ يَشَٓاءُ
âyeti, pek çok envâra, esrara işaretle beraber elektriğe dahi remz ediyor. Şu ikinci kısım, hem çok zâtlar onlarla uğraştığından, hem çok dikkat ve izaha muhtaç olduğundan ve hem çok olduğundan; şimdilik şimendifer ve elektriğe işaret eden şu âyetlerle iktifa edip o kapıyı açmayacağım.
Birinci kısım
ise, mu’cizat-ı Enbiya suretinde işaret ediyor. Biz dahi o kısımdan bazı nümuneleri misal olarak zikredeceğiz
************
Talebiniz üzere, Risale-i Nur Külliyatı’ndan iktibas ettiğiniz “Yirminci Söz’ün İkinci Makamı”nda zikredilen “Kur’an’ın Mu’cizât-ı Enbiya (Aleyhimüsselâm) Yüzünde Parlayan İ’câzı” ve beşerî teknolojilere yaptığı işaretler mevzusunun, âyetler, müradifleri ve günümüzdeki tezahürleri…
Yirminci Söz İkinci Makam Işığında Kur’an-ı Kerim’in Bilimsel ve Teknolojik Gelişmelere İşaretleri…
Kur’an-ı Kerim’in “Kitab-ı Mübin” sıfatının bir cilvesi olarak, hem vahyedildiği asra hem de gelecekteki asırlara nasıl hitap ettiğini ve beşerî terakkiyatın (gelişmelerin) neticelerine nasıl işaret ettiğini izah etmeyi hedefler.
1. Ana İlke: Kitab-ı Mübin ve İhtiva Sanatı
Metnin temel dayanağı olan âyet-i kerime, her şeyin apaçık bir kitapta mevcut olduğunu beyan eder:
Âyet: “…Gaybın anahtarları O’nun katındadır, onları O’ndan başkası bilmez. Karada ve denizde ne varsa bilir. O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarındaki hiçbir tane, hiçbir yaş, hiçbir kuru şey yoktur ki apaçık bir kitapta (Kitâb-ı Mübîn) bulunmasın.” (En’âm Suresi, 6:59 )
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin izahına göre, “Kitab-ı Mübin” bir kavle göre Kur’an-ı Kerim’dir. Kur’an’ın “yaş ve kuru her şeyi” ihtiva etmesi, her şeyin aynen ve sarahaten (açıkça) içinde yazılı olması manasında değildir. Zira bu, Kur’an’ın hidayet maksadına ve belagatının icabına (iktiza-yı makama) uygun düşmez.
Bu ihtiva (kapsayıcılık) muhtelif derecelerde ve şekillerde tezahür eder:
• Çekirdekler ve Nüveler: Bazı hakikatler, gelecekte tam manasıyla açılacak birer çekirdek halinde bulunur.
• İcmaller (Özetler) ve Düsturlar: Geniş mevzular, özlü düsturlar veya icmaller suretinde ifade edilir.
• Alâmetler ve İşaretler: Açıkça zikredilmek yerine, kuvvetli alâmetler veya ince işaretlerle (remzen, işareten, ibhamen) o mevzulara nazar-ı dikkat celbedilir.
Beşeriyetin hayat-ı maddiyesinde en büyük mevkiyi alacak olan “havarik-ı san’at” (sanat harikaları) ve “garaib-i fen” (fen gariplikleri) olan tayyare (uçak), elektrik, şimendifer (tren) ve telgraf gibi teknolojiler, Kur’an’ın cihan şümul (evrensel) hitabının haricinde kalamazdı. Metinde bu işaretlerin iki cihetle (yönle) yapıldığı belirtilir.
2. Kur’an’ın Teknolojik Gelişmelere İşaret Cihetleri
Metinde bu işaretler iki ana başlıkta toplanır. Biz tahlilimizde, metnin odaklandığı ikinci kısmı esas alacağız.
• Birinci Cihet: Peygamberlerin mucizeleri (Mu’cizât-ı Enbiya) suretiyle. (Misal: Hz. Süleyman’ın (a.s.) rüzgâra hükmetmesi tayyareye, Hz. İsa’nın (a.s.) ölüleri diriltmesi tıbbın terakkisine işaret eder.)
• İkinci Cihet: Bazı tarihî hadiseler veya doğrudan âyetlerin tabirleri suretiyle bu ikinci cihetten iki mühim misal zikredilmiştir: Şimendifer (Tren/Ulaşım Araçları) ve Elektrik.
3. Âyetlerin Tahlili ve Günümüzdeki Tezahürleri
Metinde zikredilen ve bilimsel/teknolojik gelişmelere işaret eden âyetleri teker teker ele alalım:
A. Ulaşım Teknolojileri (Şimendifer ve Ötesi)
Metinde işaret edilen âyet-i kerimeler şunlardır:
Âyetler: “Onlar için bir delil de, soylarını o dopdolu gemide (fülk-i meşhûn) taşımamızdır. Ve onlar için, bunun gibi (min mislihî) binecekleri başka şeyler yaratmamızdır.” (Yâsîn Suresi, 36:41-42 )
Tahlil ve Müradifleri:
• “el-Fülki’l-Meşhûn” (Dopdolu Gemi): Bu tabir, klasik tefsirlerde genellikle Hz. Nuh’un (a.s.) gemisine veya genel olarak deniz taşımacılığına bir işaret olarak anlaşılmıştır. “Meşhûn” (dopdolu), büyük bir kapasiteyi ve yükü ifade eder.
• “Ve Halaknâ Lehüm Min Mislihî Mâ Yerkebûn” (Ve Onlar İçin, Bunun Gibi Binecekleri Başka Şeyler Yaratmamızdır):
• “Min Mislihî” (Onun Gibi/Benzeri): Tahlilin kilit noktası bu ifadedir. Cenab-ı Hak, insanlara gemiye benzer başka binekler de yaratacağını haber vermektedir.
• Benzerlik Ciheti: Bu benzerlik nedir? Geminin (fülk) vasfı, çok sayıda insanı ve yükü bir yerden bir yere topluca nakletmesidir.
• “Mâ Yerkebûn” (Binecekleri Şeyler): Bu ifade, gelecekte icat edilecek ulaşım vasıtalarını kapsar.
Risale-i Nur’daki İşaret: Metindeki haşiyede (dipnotta) bu âyetin “şimendifer”e (tren) işaret ettiği belirtilir. Şimendifer, gemi gibi karada giden, vagonları birbirine bağlı, toplu halde insan ve eşya taşıyan bir “kara gemisi” hükmündedir.
Günümüz ve Gelecekteki Tezahürleri:
• Günümüz: “Min Mislihî” (onun benzeri) tabiri, sadece trenle sınırlı değildir. Gemiye benzeyen, yani toplu taşıma ve nakliye vasıtası olan her türlü teknolojiyi kapsar:
• Hava Taşımacılığı: Uçaklar (tayyareler), yüzlerce insanı ve tonlarca yükü taşıyan “hava gemileri”dir.
• Kara Taşımacılığı: Modern trenler, metrolar, otobüsler ve tırlar.
• Gelecek: Bu âyet, gelecekteki terakkiyatın da kapısını aralamaktadır.
• Hızlı Trenler: Manyetik levitasyon (Maglev) trenleri gibi sürtünmesiz, yüksek hızlı kara vasıtaları.
• Uzay Taşımacılığı: İnsanlığın başka gezegenlere veya uzay istasyonlarına toplu halde taşınmasını sağlayacak olan uzay gemileri, “el-fülki’l-meşhûn” tabirinin ve “min mislihî” işaretinin en ileri derecede bir tezahürü olmaya namzettir.
B. Enerji Teknolojisi (Elektrik ve Nur)
Metinde işaret edilen âyet-i kerime, meşhur “Nur Âyeti”dir:
Âyet: “Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandillik (mişkât) gibidir. O lamba bir sırça (zücâce) içindedir; o sırça, sanki incimsi bir yıldızdır (kevkebün dürriyyün). Bu lamba, ne doğuya ne de batıya ait olan, yağı (neredeyse) kendisine ateş değmese bile ışık verecek (yekâdü zeytühâ yudîu velev lem temseshü nâr) mübarek bir zeytin ağacından yakılır. Nûr üstüne nûrdur (nûrun alâ nûr). Allah, dilediği kimseyi nûruna eriştirir. Allah, insanlara (işte böyle) misaller verir. Allah, her şeyi bilir.” (Nûr Suresi, 24:35 )
Tahlil ve Müradifleri:
Bu âyet, öncelikli olarak Allah’ın nurunu ve hidayetini anlatan derûnî bir temsildir. Ancak lafızları ve tasvirleri, harika bir fen olan elektriğe de kuvvetle işaret eder.
• “Mişkât” (Kandillik/Oyuk): Lambanın konulduğu yer. Modern fizikte ampulün takıldığı duya (soket) veya lambanın muhafazasına (aplik) işaret edebilir.
• “Zücâce” (Sırça/Cam): Lambanın içinde bulunduğu cam. Bu, doğrudan ampulün cam fanusunu tasvir eder.
• “Kevkebün Dürriyyün” (İnci Gibi Parlayan Yıldız): Camın içindeki o lambanın (akkor telin/filamanın) bir yıldız gibi parlaması.
• “Yekâdü Zeytühâ Yudîu velev Lem Temseshü Nâr” (Ateş Değmese Bile Yağı Neredeyse Işık Verir):
• Bu, elektriğe yapılan en kuvvetli işarettir. Elektrik enerjisi, klasik manada bir “ateş” (nâr) değildir. Bir yakıt (zeyt) gibi bir kaynaktan gelir (santral), ancak bu “yakıt” (enerji), bir “ateş” teması olmaksızın ışığa (enerjiye) dönüşür.
• Telgraf ve telefon tellerinde sesin ve yazının gitmesi de ateşe temas etmeden akan bir “nur” (enerji akımı) ile olur.
• “Nûrun alâ Nûr” (Nur Üstüne Nur): Metindeki haşiyede bu cümlenin “remzi ışıklandırdığı” belirtilir. Bu, elektriğin çok katmanlı yapısına işaret edebilir. Pozitif (+) ve negatif (-) kutupların bir araya gelmesiyle ışığın (nurun) meydana gelmesi veya bir enerjinin başka bir enerjiye (ışığa) dönüşmesi gibi.
Günümüz ve Gelecekteki Tezahürleri:
• Günümüz: Bu âyetin işareti, sadece Edison’un ampulü ile sınırlı değildir.
• İletişim Teknolojisi: Telgraf, telefon, radyo, televizyon ve internet; hepsi “ateş değmeden” akan bir enerji (elektromanyetik dalgalar) ile bilgi ve “nur” (görüntü/ses) taşır.
• Modern Aydınlatma: LED teknolojisi, çok az bir enerjiyle (neredeyse ateşsiz) yüksek verimlilikte ışık (“nûr üstüne nûr”) üretir.
• Veri İletimi: Fiber optik kablolar, bilginin cam (zücâce) içinde “ışık” (nur) hızında taşınmasıdır. Bu, âyetteki tasvire hayret verici derecede benzemektedir.
• Gelecek:
• Kablosuz Enerji: “Ateş değmeden” (velev lem temseshü nâr) enerjinin iletilmesi, kablosuz enerji transferi (WiTricity) teknolojilerine bir işaret olabilir.
• Kuantum Teknolojileri: Maddenin ve enerjinin (nurun) en derûnî seviyelerdeki davranışlarını inceleyen kuantum fiziği ve bu temelde geliştirilecek iletişim (teleportasyon) ve bilgisayar sistemleri.
• Saf Enerji: Maddenin doğrudan enerjiye dönüştürülmesi veya nükleer füzyon gibi “mübarek” ve yüksek verimli (ateşsiz yakıt misali) enerji kaynakları.
Netice
Risale-i Nur Külliyatı’ndan iktibas edilen Yirminci Söz’ün İkinci Makamı, Kur’an-ı Kerim’in sadece bir hidayet kitabı değil, aynı zamanda “Kitab-ı Mübin” sıfatıyla, her asra hitap eden ve beşerî terakkiyatın (gelişmelerin) en mühim neticelerini dahi mu’cizevî bir surette içinde barındıran cihan şümul bir kelam olduğunu ispat etmektedir.
Kur’an, Yâsîn Suresi’nde “min mislihî” (onun benzeri) diyerek geleceğin toplu ulaşım vasıtalarına kapı açmış; Nûr Suresi’nde ise “ateş değmeden ışık veren” bir tasvirle elektriğe ve onunla çalışan iletişim ve enerji teknolojilerine remz etmiştir.
Bu işaretler, Kur’an’ın muhtevasının beşerî ilimlerin ve teknolojinin ilerlemesiyle daha da parlak bir şekilde anlaşıldığını ve onun Kelamullah olduğunun bir isbatı olduğunu göstermektedir.
Mukaddeme:
İşte Kur’an-ı Hakîm; enbiyaları, insanın cemaatlerine terakkiyat-ı maneviye cihetinde birer pişdar ve imam gönderdiği gibi; yine insanların terakkiyat-ı maddiye suretinde dahi o enbiyanın herbirisinin eline bazı hârikalar verip yine o insanlara birer ustabaşı ve üstad etmiştir. Onlara mutlak olarak ittibaa emrediyor. İşte enbiyaların manevî kemalâtını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi, mu’cizatlarından bahis dahi; onların nazirelerine yetişmeye ve taklidlerini yapmaya bir teşviki işmam ediyor. Hattâ denilebilir ki: Manevî kemalât gibi maddî kemalâtı ve hârikaları dahi en evvel mu’cize eli nev’-i beşere hediye etmiştir. İşte Hazret-i Nuh’un (Aleyhisselâm) bir mu’cizesi olan sefine.. ve Hazret-i Yusuf’un (Aleyhisselâm) bir mu’cizesi olan saatı en evvel beşere hediye eden, dest-i mu’cizedir. Bu hakikate latif bir işarettir ki: San’atkârların ekseri, herbir san’atta birer peygamberi pîr ittihaz ediyor. Meselâ gemiciler Hazret-i Nuh’u (Aleyhisselâm), saatçılar Hazret-i Yusuf’u (Aleyhisselâm), terziler Hazret-i İdris’i (Aleyhisselâm).
Evet madem Kur’anın herbir âyeti, çok vücuh-u irşadî ve müteaddid cihat-ı hidayeti olduğunu ehl-i tahkik ve ilm-i belâgat ittifak etmişler. Öyle ise Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın en parlak âyetleri olan mu’cizat-ı Enbiya âyetleri; birer hikâye-i tarihiye olarak değil, belki onlar çok maânî-i irşadiyeyi tazammun ediyorlar. Evet, mu’cizat-ı Enbiyayı zikretmesiyle fen ve san’at-ı beşeriyenin nihayet hududunu çiziyor. En ileri gayatına parmak basıyor. En nihayet hedeflerini tayin ediyor. Beşerin arkasına dest-i teşviki vurup o gayeye sevkediyor. Zaman-ı mazi, zaman-ı müstakbel tohumlarının mahzeni ve şuunatının âyinesi olduğu gibi; müstakbel dahi mazinin tarlası ve ahvalinin âyinesidir. Şimdi misal olarak o çok vasi’ menba’dan yalnız birkaç nümunelerini beyan edeceğiz:
Meselâ: Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm’ın bir mu’cizesi olarak teshir-i havayı beyan eden:
وَ لِسُلَيْمٰنَ الرّ۪يحَ غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌ
âyeti; “Hazret-i Süleyman, bir günde havada tayeran ile iki aylık bir mesafeyi kat’etmiştir” der. İşte bunda işaret ediyor ki: Beşere yol açıktır ki, havada böyle bir mesafeyi kat’etsin. Öyle ise ey beşer! Madem sana yol açıktır. Bu mertebeye yetiş ve yanaş. Cenab-ı Hak, şu âyetin lisanıyla manen diyor: “Ey insan! Bir abdim, heva-i nefsini terk ettiği için havaya bindirdim. Siz de nefsin tenbelliğini bırakıp bazı kavanin-i âdetimden güzelce istifade etseniz, siz de binebilirsiniz.”
Hem Hazret-i Musa Aleyhisselâm’ın bir mu’cizesini beyan eden:
فَقُلْنَا اضْرِبْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَ فَانْفَجَرَتْ مِنْهُ اثْنَتَا عَشْرَةَ عَيْنًا
ilâ âhir… Bu âyet işaret ediyor ki: Zemin tahtında gizli olan rahmet hazinelerinden, basit âletlerle istifade edilebilir. Hattâ taş gibi bir sert yerde, bir asâ ile âb-ı hayat celbedilebilir. İşte şu âyet, bu mana ile beşere der ki: “Rahmetin en latif feyzi olan âb-ı hayatı, bir asâ ile bulabilirsiniz. Öyle ise haydi çalış bul!” Cenab-ı Hak şu âyetin lisan-ı remziyle manen diyor ki: “Ey insan! Madem bana itimad eden bir abdimin eline öyle bir asâ veriyorum ki: Her istediği yerde âb-ı hayatı onunla çeker. Sen de benim kavanin-i rahmetime istinad etsen; şöyle ona benzer veyahut ona yakın bir âleti elde edebilirsin, haydi et!” İşte beşer terakkiyatının mühimlerinden birisi; bir âletin icadıdır ki: Ekser yerlerde vurulduğu vakit suyu fışkırtıyor. Şu âyet, ondan daha ileri, nihayat ve gayat-ı hududunu çizmiştir. Nasılki evvelki âyet, şimdiki hal-i hazır tayyareden çok ileri nihayetlerinin noktalarını tayin etmiştir.
************
Risale-i Nur Külliyatı’ndan (Yirminci Söz, İkinci Makam) alınan “Mukaddeme” metni merkezinde, Kur’an-ı Kerim’in mu’cizat-ı enbiyâyı (peygamber mu’cizelerini) zikretmesinin hikmetleri, bu mu’cizelerin beşerin maddî ve ilmî terakkiyatına (gelişimine) nasıl ufuk açtığı, ilgili âyetler ve bu âyetlerin günümüz ve gelecekteki tezahürleri…
Kur’an-ı Hakîm’de Mu’cizât-ı Enbiyânın Maddî Terakkiyâta İşaretleri ve İlmî Ufukları
Giriş: Mu’cizenin İrşâd Vazifesi
İktibas edilen metnin tasvir ettiği üzere, Kur’an-ı Hakîm, enbiyâ-i izâmı (büyük peygamberleri) sadece cemaatlerin manevî terakkiyatı (ruhanî yükselişi) için birer “pişdar” (lider) ve “imam” olarak göndermemiştir. Aynı zamanda, onların mübarek ellerine tevdi edilen “hârikalar” yani mu’cizeler ile beşerin maddî terakkiyatı (bilimsel ve teknolojik ilerlemesi) cihetinde de birer “ustabaşı” ve “üstad” olarak tayin etmiştir.
Bu bakış açısı, Kur’an kıssalarını tarihî birer hikâye olmaktan çıkarıp, onları irşâdî (yol gösterici) mânalar ihtiva eden cihan şümul (evrensel) derslere dönüştürür. Mu’cize, Cenâb-ı Hakk’ın kâinattaki “kavanin-i âdet” veya “Sünnetullah” dediğimiz tabiat kanunlarının bir anlık olarak, bir peygamberin elinde, o kanunların daha üst bir mertebesini veya farklı bir veçhesini göstermesidir. İktibasta belirtildiği gibi, Kur’an’ın bu hârikaları zikretmesi, “onların nazirelerine yetişmeye ve taklidlerini yapmaya bir teşviki işmam ediyor” (hissettiriyor). Beşer, aklını ve gayretini kullanarak, o mu’cizenin tezahür ettiği o üst kanunu keşfetmeye sevk edilmektedir.
Bölüm 1: Maddî Kemalâtın Hedeflerini Çizen Mu’cizeler
Kur’an-ı Kerim, peygamber mu’cizelerini zikretmekle, “fen ve san’at-ı beşeriyenin nihayet hududunu çiziyor” ve “en ileri gayatına parmak basıyor.” Beşerî ilim ve teknoloji, peygamberlerin mu’cize ile bir anda ulaştığı o hedefe, sebepler dairesinde çalışarak, kavanin-i rahmeti (ilahi rahmet kanunlarını) keşfederek asırlar sonra ulaşmaya gayret eder.
Bu hakikate binaen, pek çok san’at erbabı, kendi san’atlarının pîrî (kurucu üstadı) olarak bir peygamberi kabul etmiştir:
• Gemiciler ve Denizciler: Hazret-i Nuh’un (a.s.) mu’cizesi olan “sefine” (gemi), beşerî denizciliğin ve gemi inşa san’atının ilk ve en muazzam nüvesidir.
• Saatçılar ve Zaman Ölçümü: Hazret-i Yusuf’un (a.s.) mu’cizesi olan “saat”, zamanı taksim etme ve ölçme ilminin başlangıcına bir işarettir.
• Terziler ve Dokumacılar: Hazret-i İdris’in (a.s.) mu’cizesi, dikim ve giyim san’atının üstadı olduğuna bir remizdir.
Bölüm 2: Mu’cize Örnekleri, İlgili Âyetler ve İlmî Yansımaları
Konuyu, iktibastaki ve diğer âyetler ışığında, günümüz ve gelecekteki yansımalarıyla birlikte tahlil edelim:
1. Hazret-i Süleyman (a.s.) ve Hava Hâkimiyeti (Astrofizik ve Ulaşım)
İktibasta işaret edilen mu’cize, hava unsurunun (rüzgârın) Hz. Süleyman’a (a.s.) musahhar (emrine verilmiş) kılınmasıdır.
• İlgili Âyet (Sebe’ Sûresi):
Meali: “Süleyman’ın emrine de, sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay (mesafe) olan rüzgârı verdik. Onun için bakır madenini eritip akıttık. Rabbinin izniyle cinlerden bir kısmı da onun önünde çalışırdı. Onlardan kim buyruğumuzdan sapsa, ona yakıcı ateşin azabını tattırırdık.” (Sebe’ 34/12)
• Tahlil ve Günümüzdeki Tezahürleri:
Âyet, Hz. Süleyman’ın (a.s.) bir günde iki aylık mesafeyi (hem gidiş hem dönüş) havada kat’ettiğini beyan eder. Bu, ses hızını aşan muazzam bir sürate işarettir. Bu mu’cize, beşerin hava taşıtlarına (tayyare, jet) ve uzay teknolojisine olan kabiliyetinin “nihayet hedefi”ni çizmiştir. Metnin dediği gibi, Cenâb-ı Hak manen der: “Ey insan! Bir abdim, heva-i nefsini terk ettiği için havaya bindirdim. Siz de nefsin tenbelliğini bırakıp bazı kavanin-i âdetimden güzelce istifade etseniz, siz de binebilirsiniz.”
• Gelecekteki Yansımaları:
Günümüzdeki uçaklar bu hedefin ilk adımlarıdır. Âyetin işaret ettiği “en ileri gaye” ise, belki de atmosferin katmanlarını aşmak, rüzgâr ve enerji akımlarını bugünkü jet motorlarından çok daha verimli kullanarak cihan şümul seyahatler yapmak, hatta yerçekimine karşı koymanın (antigravite) veya plazma fiziğinin sırlarına ermektir.
2. Hazret-i Musa (a.s.) ve Su Çıkarma (Hidroloji ve Jeofizik)
İktibasta zikredilen ikinci misal, Hz. Musa’nın (a.s.) asâsı ile taştan su çıkarmasıdır.
• İlgili Âyet (Bakara Sûresi):
Meali: “Mûsâ, kavmi için su aradığında, ‘Asânla taşa vur!’ demiştik. Bunun üzerine taştan on iki pınar fışkırdı. Her kabile kendi su alacağı yeri bildi. ‘Allah’ın rızkından yiyin, için, yeryüzünde bozgunculuk yaparak taşkınlık etmeyin’ (dedik).” (Bakara 2/60)
• Tahlil ve Günümüzdeki Tezahürleri:
Sert, kurak bir “taş” gibi görünen arzın (yeryüzünün) altında, “rahmet hazineleri” olan suların gizli olduğunu ve “basit âletlerle” (asâya işaretle) bunlara ulaşılabileceğini ders verir. Bu mu’cize, jeoloji (yer bilimi) ve hidroloji (su bilimi) ilimlerine işaret eder. Günümüzde beşerin “sondaj” (drilling) makineleri, jeofizik radar sistemleri ile yerin derûnî katmanlarındaki suları keşfetmesi ve artezyen kuyuları açması, bu mu’cizenin fennî bir taklididir.
• Gelecekteki Yansımaları:
Âyetin çizdiği “gayat-ı hudud” (son sınır), sadece su bulmak değil, belki de en çorak çöllerde dahi, basit ve enerji sarfiyatı az yöntemlerle (o “asâ” gibi) âb-ı hayatı (hayat suyunu) fışkırtabilen teknolojilerdir. Belki de suyun moleküler yapısını doğrudan havadan veya topraktan ayrıştırabilen (atmosferik su jeneratörleri) daha ileri teknolojilere remzetmektedir.
3. Hazret-i İsa (a.s.) ve Tıp İlmi (Biyoloji ve Genetik)
• İlgili Âyet (Âl-i İmrân Sûresi):
Meali: “Allah onu, İsrâiloğulları’na elçi kılacak (o da şöyle diyecek): ‘Size rabbinizden bir mûcize getirdim: Size çamurdan kuş şeklinde bir şey yapar, ona üflerim, o da Allah’ın izniyle hemen kuş olur. Anadan doğma körü ve alacalıyı iyileştiririm. Allah’ın izniyle ölüleri diriltirim. Evlerinizde ne yediğinizi ve ne biriktirdiğinizi size haber veririm. Eğer inanan kimseler iseniz, bunda sizin için kesin bir delil vardır.'” (Âl-i İmrân 3/49)
• Tahlil ve Günümüzdeki Tezahürleri:
Hz. İsa’nın (a.s.) “anadan doğma körü” (genetik veya doğumsal körlük) ve “alacalıyı” (cüzzam veya vitiligo gibi o dönemin çaresiz hastalıkları) iyileştirmesi ve “ölüleri diriltmesi” (bi-iznillah), tıp ilminin nihai hedeflerini göstermiştir. Günümüz tıbbı, kök hücre tedavileri, gen terapisi (CRISPR gibi), organ nakilleri ve körlüğü tedavi eden biyonik göz implantları ile bu mu’cizevî hedeflere doğru ilerlemektedir. CPR (kardiyopulmoner resüsitasyon) ile kalbi duran birini hayata döndürmek, o “ölüleri diriltme” fiilinin fennî bir gölgesidir.
• Gelecekteki Yansımaları:
Bu mu’cizenin “en ileri gayesi”, beşerin hayatın sırrına (DNA şifrelerine) tam vakıf olması, yaşlanmayı tersine çevirmesi (rejeneratif tıp), hastalıkları ortaya çıkmadan genetik seviyede tamir etmesi ve belki de “ölüm” olarak bilinen biyolojik duraksamanın sınırlarını zorlamasıdır.
4. Hazret-i Davud (a.s.) ve Metalurji (Malzeme Bilimi ve Savunma Sanayii)
• İlgili Âyet (Enbiyâ Sûresi):
Meali: “Sizi savaşta koruması için Dâvûd’a zırh yapma sanatını öğrettik. Artık şükrediyor musunuz?” (Enbiyâ 21/80)
• Müradifi Âyet (Sebe’ Sûresi):
Meali: “Andolsun, Dâvûd’a tarafımızdan bir lütuf verdik. ‘Ey dağlar! Kuşların eşliğinde onunla birlikte tespih edin’ dedik ve ‘Geniş zırhlar yap, örgüsünde ölçüyü tuttur’ diye demiri ona yumuşattık. ‘Salih amel işleyin. Çünkü ben sizin yaptıklarınızı görmekteyim’ (diye vahyettik).” (Sebe’ 34/10-11)
• Tahlil ve Günümüzdeki Tezahürleri:
Hz. Davud’a (a.s.) “demirin yumuşatılması” (sert metali işleme kabiliyeti) ve “zırh yapma sanatı”nın öğretilmesi, metalurji, malzeme bilimi ve savunma sanayiinin temelini teşkil eder. Bu mu’cize, demiri eritip şekil vermekten (dökümcülük) başlayarak, günümüzün çelik alaşımlarına, kompozit malzemelere, titanyum zırhlara ve kevlar gibi kurşun geçirmez yeleklere kadar uzanan bir terakkiyatın kapısını açmıştır.
• Gelecekteki Yansımaları:
Bu sahanın “nihayet hududu”, belki de nanoteknoloji ile atomik seviyede tasarlanmış “akıllı” malzemeler, darbe aldığında kendini onaran zırhlar veya ağırlığı olmayan ancak demirden kat kat güçlü materyaller üretmektir.
Bölüm 3: İlmî İşaretler İhtiva Eden Sûreler ve Hususiyetleri
Kur’an-ı Kerim, sadece mu’cizeler yoluyla değil, doğrudan kâinata (âfâka) nazar etmeyi (bakışı yönlendirmeyi) emreden âyetlerle de ilmî gelişmelere işaret eder:
• ez-Zâriyât Sûresi (Evrenin Genişlemesi):
Meali: “Göğü kudretimizle biz kurduk ve şüphesiz biz genişletmekteyiz.” (Zâriyât 51/47)
• Hususiyeti: “Mûsi’ûn” (genişletenleriz) tabiri, 20. yüzyılda keşfedilen evrenin genişlemesi (Hubble Yasası) hakikatine 14 asır evvel açıkça işaret etmesi cihetiyle hârikadır.
• el-Enbiyâ Sûresi (Evrenin Başlangıcı – ‘Big Bang’ ve Hayatın Kökü):
Meali: “İnkâr edenler, göklerle yer bitişik bir halde iken bizim, onları birbirinden ayırdığımızı ve her canlı şeyi sudan yarattığımızı görmediler mi? Hâlâ inanmayacaklar mı?” (Enbiyâ 21/30)
• Hususiyeti: Âyet, iki temel ilmî hakikati beyan eder:
a. “Ratk” (bitişik) ve “Fatk” (ayırma) kelimeleri, evrenin bir “tekillik” (singularity) halinde iken büyük bir patlama ile ayrışmaya başladığına dair modern kozmolojik nazariyeye tam mutabakat gösterir.
b. “Her canlı şeyi sudan yarattığımızı” ifadesi, biyolojinin temel bir tespiti olan “su, hayatın esasıdır” (biyokimyasal reaksiyonların temel çözücüsüdür) kaidesine işaret eder.
• er-Rahmân Sûresi (Uzay Yolculuğu ve Güç ‘Sultân’ İhtiyacı):
Meali: “Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin çerçevesinden çıkıp gitmeye gücünüz yetiyorsa geçin. Ancak büyük bir güç (sultân) ile çıkıp gidebilirsiniz.” (Rahmân 55/33)
• Hususiyeti: Bu âyet, bir meydan okumadır. Göğün ve yerin sınırlarını (atmosferi ve yerçekimini) aşmanın mümkün olduğunu, ancak bunun “Sultân” ile olabileceğini söyler. “Sultân” kelimesi, hem “delil, ilmî hüccet” hem de “ezici güç, enerji” manalarına gelir. Günümüzün uzay yolculukları, tam da bu “Sultân”a, yani muazzam bir itici güce (roket teknolojisi) ve derin bir ilmî birikime (fizik, matematik) dayanmaktadır.
• Yâsîn Sûresi (Astrofizik ve Yörüngeler):
Meali: “Güneş de kendi yörüngesinde akıp gitmektedir. Bu, mutlak güç sahibi, hakkıyla bilen Allah’ın takdiridir (düzenlemesidir).” (Yâsîn 36/38)
• Hususiyeti: “Li-müstekarrin lehâ” ifadesi, Güneş’in sadece (Dünya’ya göre) hareket ediyor görünmesi değil, bizzat kendisinin de bir “karar kılacağı yere” veya “belirlenmiş bir yörüngeye” (Galaksi merkezi etrafındaki yörüngesi ve ‘Solar Apex’ denilen istikameti) doğru aktığını ifade ederek, modern astronominin tespitlerine bir pencere açar.
Netice (Sonuç)
İktibas edilen Risale-i Nur metni, Kur’an-ı Kerim’in mu’cizat-ı enbiyâ kıssalarına ne kadar derin ve çok cihetli bir mana yüklediğini göstermektedir. Bu mu’cizeler, sadece peygamberlerin sadakatine birer isbat ve hüccet değil, aynı zamanda beşeriyetin ilmî ve fennî terakkiyatının da “en nihayet hedefleri”ni tayin eden ilahî birer işarettir.
Kur’an, beşerin arkasına “dest-i teşviki” (teşvik elini) vurarak, Sünnetullah’ı (Allah’ın tabiata koyduğu kanunları) keşfetmeye ve peygamberlerin bir anda mazhar olduğu o hârikaların fennî taklitlerini yapmaya sevk etmektedir. Dolayısıyla, her ilmî keşif ve teknolojik terakki, Sünnetullah’ın bir perdesini daha aralamak ve o peygamber mu’cizelerinin işaret ettiği hedefe bir adım daha yanaşmaktır.
Hem meselâ: Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın bir mu’cizesine dair:
وَاُبْرِئُ الْاَكْمَهَ وَالْاَبْرَصَ وَاُحْيِى الْمَوْتٰى بِاِذْنِ اللّٰهِ
Kur’an, Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın nasıl ahlâk-ı ulviyesine ittibaa beşeri sarihan teşvik eder. Öyle de, şu elindeki san’at-ı âliyeye ve tıbb-ı Rabbanîye, remzen tergib ediyor. İşte şu âyet işaret ediyor ki: “En müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise ey insan ve ey musibetzede benî-Âdem! Me’yus olmayınız. Her dert, -ne olursa olsun- dermanı mümkündür. Arayınız, bulunuz. Hattâ ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür.” Cenab-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle manen diyor ki: “Ey insan! Benim için dünyayı terk eden bir abdime iki hediye verdim. Biri, manevî dertlerin dermanı; biri de, maddî dertlerin ilâcı… İşte ölmüş kalbler nur-u hidayetle diriliyor. Ölmüş gibi hastalar dahi, onun nefesiyle ve ilâcıyla şifa buluyor. Sen de benim eczahane-i hikmetimde her derdine deva bulabilirsin. Çalış, bul! Elbette ararsan bulursun.”
İşte beşerin tıp cihetindeki şimdiki terakkiyatından çok ilerideki hududunu, şu âyet çiziyor ve ona işaret ediyor ve teşvik yapıyor.
Hem meselâ Hazret-i Davud Aleyhisselâm hakkında:
وَاَلَنَّا لَهُ الْحَد۪يدَ ٭ وَاٰتَيْنَاهُ الْحِكْمَةَ وَفَصْلَ الْخِطَابِ
Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm hakkında:
وَاَسَلْنَا لَهُ عَيْنَ الْقِطْرِ
âyetleri işaret ediyorlar ki: Telyin-i hadîd, en büyük bir nimet-i İlahiyedir ki; büyük bir peygamberinin fazlını, onunla gösteriyor. Evet telyin-i hadîd, yani demiri hamur gibi yumuşatmak ve nühası eritmek ve madenleri bulmak, çıkarmak; bütün maddî sanayi-i beşeriyenin aslı ve anasıdır ve esası ve madenidir. İşte şu âyet işaret ediyor ki: “Büyük bir resule, büyük bir halife-i zemine, büyük bir mu’cize suretinde, büyük bir nimet olarak; telyin-i hadîddir ve demiri hamur gibi yumuşatmak ve tel gibi inceltmek ve bakırı eritmekle ekser sanayi-i umumiyeye medar olmaktır.” Madem bir resule, hem halife yani hem manevî hem maddî bir hâkime, lisanına hikmet ve eline san’at vermiş. Lisanındaki hikmete sarihan teşvik eder. Elbette elindeki san’ata dahi tergib işareti var. Cenab-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle manen diyor:
“Ey benî-Âdem! Evamir-i teklifiyeme itaat eden bir abdimin lisanına ve kalbine öyle bir hikmet verdim ki: Herşeyi kemal-i vuzuh ile fasledip hakikatını gösteriyor ve eline de öyle bir san’at verdim ki; elinde balmumu gibi demiri her şekle çevirir, halifelik ve padişahlığına mühim kuvvet elde eder. Madem bu mümkündür, veriliyor. Hem ehemmiyetlidir. Hem hayat-ı içtimaiyenizde ona çok muhtaçsınız. Siz de evamir-i tekviniyeme itaat etseniz, o hikmet ve o san’at size de verilebilir. Mürur-u zamanla yetişir ve yanaşabilirsiniz.” İşte beşerin san’at cihetinde en ileri gitmesi ve maddî kuvvet cihetinde en mühim iktidar elde etmesi; telyin-i hadîd iledir ve izabe-i nühas iledir. Âyette nühas, “kıtr” ile tabir edilmiş. Şu âyetler, umum nev’-i beşerin nazarını şu hakikate çeviriyor ve şu hakikatın ne kadar ehemmiyetli olduğunu takdir etmeyen eski zaman insanlarına ve şimdiki tenbellerine şiddetle ihtar ediyor…
Hem meselâ: Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm taht-ı Belkîs’i yanına celbetmek için vezirlerinden bir âlim-i ilm-i celb dedi: “Gözünüzü açıp kapayıncaya kadar sizin yanınızda o tahtı hazır ederim” olan hâdise-i hârikaya delalet eden şu âyet:
قَالَ الَّذ۪ى عِنْدَهُ عِلْمٌ مِنَ الْكِتَابِ اَنَا اٰت۪يكَ بِه۪ قَبْلَ اَنْ يَرْتَدَّ اِلَيْكَ طَرْفُكَ فَلَمَّا رَاٰهُ مُسْتَقِرًّا عِنْدَهُ
ilâ âhir… İşaret ediyor ki: Uzak mesafelerden eşyayı aynen veya sureten ihzar etmek mümkündür. Hem vaki’dir ki; risaletiyle beraber saltanatla müşerref olan Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm, hem masumiyetine, hem de adaletine medar olmak için pek geniş olan aktar-ı memleketine bizzât zahmetsiz muttali olmak ve raiyetinin ahvalini görmek ve dertlerini işitmek; bir mu’cize suretinde Cenab-ı Hak ihsan etmiştir. Demek, Cenab-ı Hakk’a itimad edip Süleyman Aleyhisselâm’ın lisan-ı ismetiyle istediği gibi, o da lisan-ı istidadıyla Cenab-ı Hak’tan istese ve kavanin-i âdetine ve inayetine tevfik-i hareket etse; ona dünya, bir şehir hükmüne geçebilir. Demek taht-ı Belkıs Yemen’de iken, Şam’da aynıyla veyahut suretiyle hazır olmuştur, görülmüştür. Elbette taht etrafındaki adamların suretleri ile beraber sesleri de işitilmiştir. İşte uzak mesafede, celb-i surete ve savta haşmetli bir surette işaret ediyor ve manen diyor:
“Ey ehl-i saltanat! Adalet-i tâmme yapmak isterseniz; Süleymanvari, rûy-i zemini etrafıyla görmeye ve anlamaya çalışınız. Çünki bir hâkim-i adalet-pîşe, bir padişah-ı raiyet-perver; aktar-ı memleketine, her istediği vakit muttali olmak derecesine çıkmakla mes’uliyet-i maneviyeden kurtulur veya tam adalet yapabilir.” Cenab-ı Hak, şu âyetin lisan-ı remziyle manen diyor ki: “Ey benî-Âdem! Bir abdime geniş bir mülk ve o geniş mülkünde adalet-i tâmme yapmak için; ahval ve vukuat-ı zemine bizzât ıttıla veriyorum ve madem herbir insana fıtraten, zemine bir halife olmak kabiliyetini vermişim. Elbette o kabiliyete göre rûy-i zemini görecek ve bakacak, anlayacak istidadını dahi vermesini, hikmetim iktiza ettiğinden vermişim. Şahsen o noktaya yetişmezse de, nev’an yetişebilir. Maddeten erişemezse de, ehl-i velayet misillü, manen erişebilir. Öyle ise, şu azîm nimetten istifade edebilirsiniz. Haydi göreyim sizi, vazife-i ubudiyetinizi unutmamak şartıyla öyle çalışınız ki, rûy-i zemini, her tarafı herbirinize görülen ve her köşesindeki sesleri size işittiren bir bahçeye çeviriniz.
هُوَ الَّذ۪ى جَعَلَ لَكُمُ الْاَرْضَ ذَلُولاً فَامْشُوا ف۪ى مَنَاكِبِهَا وَكُلُوا مِنْ رِزْقِه۪ وَاِلَيْهِ النُّشُورُ
deki ferman-ı Rahmanîyi dinleyiniz.” İşte beşerin nazik san’atlarından olan celb-i suret ve savtların çok ilerisindeki nihayet hududunu şu âyet, remzen gösteriyor ve teşviki işmam ediyor.
Hem meselâ: Yine Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm, cin ve şeytanları ve ervah-ı habiseyi teshir edip, şerlerini men’ ve umûr-u nâfiada istihdam etmeyi ifade eden şu âyetler:
مُقَرَّن۪ينَ فِى الْاَصْفَادِ
ilâ âhir…
وَمِنَ الشَّيَاط۪ينِ مَنْ يَغُوصُونَ لَهُ وَيَعْمَلُونَ عَمَلاً دُونَ ذٰلِكَ
ilâ âhir… âyetiyle diyor ki: Yerin, insandan sonra, zîşuur olarak en mühim sekenesi olan cin, insana hizmetkâr olabilir. Onlarla temas edilebilir. Şeytanlar da düşmanlığı bırakmaya mecbur olup, ister istemez hizmet edebilirler ki, Cenab-ı Hakk’ın evamirine müsahhar olan bir abdine, onları müsahhar etmiştir. Cenab-ı Hak manen şu âyetin lisan-ı remziyle der ki: “Ey insan! Bana itaat eden bir abdime cin ve şeytanları ve şerirlerini itaat ettiriyorum. Sen de benim emrime müsahhar olsan, çok mevcudat, hattâ cin ve şeytan dahi sana müsahhar olabilirler.”
İşte beşerin, san’at ve fennin imtizacından süzülen, maddî ve manevî fevkalâde hassasiyetinden tezahür eden ispirtizma gibi celb-i ervah ve cinlerle muhabereyi şu âyet, en nihayet hududunu çiziyor ve en faideli suretlerini tayin ediyor ve ona yolu dahi açıyor. Fakat şimdiki gibi; bazan kendine emvat namını veren cinlere ve şeytanlara ve ervah-ı habiseye müsahhar ve maskara olup oyuncak olmak değil, belki tılsımat-ı Kur’aniye ile onları teshir etmektir, şerlerinden kurtulmaktır.
Hem temessül-ü ervaha işaret eden, Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm’ın ifritleri celb ve teshirine dair âyetler, hem
فَاَرْسَلْنَٓا اِلَيْهَا رُوحَنَا فَتَمَثَّلَ لَهَا بَشَرًا سَوِيًّا
misillü bazı âyetler, ruhanîlerin temessülüne işaret etmekle beraber celb-i ervaha dahi işaret ediyorlar. Fakat işaret olunan celb-i ervah-ı tayyibe ise, medenîlerin yaptığı gibi hezeliyat suretinde bazı oyuncaklara, o pek ciddî ve ciddî bir âlemde olan ruhlara hürmetsizlik edip, kendi yerine ve oyuncaklara celbetmek değil, belki ciddî olarak ve ciddî bir maksad için Muhyiddin-i Arabî gibi zâtlar ki, istediği vakit ervah ile görüşen bir kısım ehl-i velayet misillü onlara müncelib olup münasebet peyda etmek ve onların yerine gidip âlemlerine bir derece takarrüb etmekle ruhaniyetlerinden manevî istifade etmektir ki, âyetler ona işaret eder ve işaret içinde bir teşviki ihsas ediyorlar ve bu nevi san’at ve fünun-u hafiyenin en ileri hududunu çiziyor ve en güzel suretini gösteriyorlar.
************
Kur’an-ı Kerim’in peygamber mucizelerini zikretmesinin sadece tarihî bir kıssa anlatmakla kalmayıp, aynı zamanda beşerin ilmî ve teknolojik terakkiyatının (gelişmelerinin) nihai hudutlarını nasıl çizdiğine ve bu sahalarda çalışmaya nasıl remzen (sembolik olarak) teşvik ettiğine dair…
Bu yaklaşım, Kur’an’ın i’câzının (mucizeviliğinin) bir cihetini teşkil eder; zira Kur’an, her asra hitap ettiği gibi, istikbaldeki (gelecekteki) fennî ve sınaî (bilimsel ve endüstriyel) gelişmelere de lisan-ı remz ile işaret ederek, beşerin “evamir-i tekviniyeye” (Allah’ın tabiat kanunlarına) ittiba ederek ulaşabileceği noktaları göstermektedir.
Giriş: Mucizat-ı Enbiya ve Fennî Terakkiyatın Münasebeti
Kur’an-ı Kerim, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) mucizelerini zikrederken, iki temel maksadı takip eder:
• Sarih (Açık) Maksat: Peygamberin nübüvvetini (peygamberliğini) isbat etmek ve muhataplarını imana davet etmektir.
• Remzî (Sembolik) Maksat: O mucizenin bir benzerini, Allah’ın kâinata koyduğu kanunlara (evamir-i tekviniye) riayet ederek, yani ilim ve fen yoluyla yapmaya beşeri teşvik etmektir. Mucize, o sahadaki insanî terakkiyatın nihai hududunu çizer. Beşer, çalışmakla peygamberin mucizesine yetişemez; ancak o mucizenin gölgesinde ve onun işaret ettiği istikamette ilerleyerek, fen ve san’at harikalarına mazhar olabilir.
Bu hakikat, beş ana başlık altında tasvir edilmektedir:
1. Hz. İsa (a.s.) Mucizesi: Tıp İlminin Nihai Hudutları
Kur’an-ı Kerim, Hz. İsa’nın (a.s.) mucizelerinden bahsederken şöyle buyurur:
İlgili Ayet:
“(İsrailoğullarına bir elçi olarak gönderecek ve o şöyle diyecek:) ‘Ben size rabbinizden bir mûcize getirdim: Size çamurdan kuş şeklinde bir şey yapar, ona üflerim, o da Allah’ın izniyle hemen kuş oluverir. Anadan doğma körü ve alacalıyı iyileştirir, Allah’ın izniyle ölüleri diriltirim. Evlerinizde ne yiyip ne biriktirdiğinizi size haber veririm. Eğer inanan kimselerseniz bunda sizin için elbette bir ibret vardır.'”
( Âl-i İmrân, 3/49)
Ayetin İşareti ve İzahı:
Bu ayet-i kerime, Hz. İsa’nın (a.s.) elindeki “tıbb-ı Rabbanîye” remzen tergib (teşvik) etmektedir.
• اَلْاَكْمَه (el-ekmeh): Anadan doğma kör.
• اَلْاَبْرَص (el-ebras): Alacalı (vitiligo veya cüzzam gibi müzmin ve o dönemde çaresiz kabul edilen deri hastalığı).
• اُحْيِى الْمَوْتٰى (uhyi’l-mevtâ): Ölüleri diriltirim.
Risale-i Nur’daki izaha göre, bu ayetin lisan-ı işareti şudur: “En müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise ey insan ve ey musibetzede benî-Âdem! Me’yus olmayınız (ümitsizliğe düşmeyiniz). Her dert, -ne olursa olsun- dermanı mümkündür. Arayınız, bulunuz. Hattâ ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür.”
Günümüz ve Gelecekteki Tezahürleri (Yansımaları):
• Müzmin Dertler (el-ekmeh ve’l-ebras): Ayet, “anadan doğma körlük” ve “alacalı” gibi genetik ve en zor hastalıkların bile tedavisinin mümkün olduğuna işaret eder.
• Günümüz: Gen tedavileri (CRISPR gibi), kök hücre çalışmaları ve rejeneratif (yenileyici) tıp, tam da bu ayetin işaret ettiği hududa doğru ilerlemektedir. Doğuştan gelen genetik hastalıkların ve bir zamanlar “çaresiz” denilen (kanser, cüzzam vb.) rahatsızlıkların tedavisi yolunda atılan adımlar, bu remzî teşvikin tezahürleridir.
• Ölüme Muvakkat Bir Hayat Rengi Vermek (uhyi’l-mevtâ):
• Günümüz: Mucizenin aslına (ölüyü tam diriltme) beşer yetişemez. Ancak “ölmüş gibi hastalar” tabiri, bugünkü tıbbın geldiği noktayı tasvir eder. Klinik olarak ölmüş (kalbi durmuş) birinin elektroşok veya kalp masajı ile hayata döndürülmesi, komadaki hastaların yıllar sonra uyanması, organ nakilleri ve yapay hayat destek üniteleri, “ölüme muvakkat bir hayat rengi vermek” tabirinin tam karşılığıdır.
• Gelecek: Kriyojenik (dondurma) teknolojisi ve yaşlanmayı durdurma (anti-aging) üzerine yapılan derin araştırmalar, beşerin bu ayetin çizdiği hududa ne kadar yaklaştığını göstermektedir.
2. Hz. Davud ve Hz. Süleyman (a.s.) Mucizeleri: Sanayi ve Maden İlmi
Kur’an-ı Kerim, bu iki peygambere verilen nimetleri şöyle zikreder:
İlgili Ayetler:
“Andolsun biz Dâvûd’a tarafımızdan bir lütufta bulunduk. “Ey dağlar! Kuşların da katılmasıyla onunla birlikte tesbih edin” dedik ve onun için demiri yumuşattık.”
(Sebe’, 34/10)
“Süleyman’ın emrine de sabahleyin bir aylık, akşamleyin bir aylık yol almakta olan rüzgârı verdik. Onun için bakır madenini eritip akıttık. Cinlerden de rabbinin izniyle onun maiyetinde çalışanlar vardı. Onlardan kim buyruğumuzdan sapsa, ona yakıcı ateşin azabını tattırırd1ık.”
(Sebe’, 34/12)
Ayetlerin İşareti ve İzahı:
Bu ayetler, beşerî sanayinin temelini teşkil eden madenciliğe ve metalürjiye işaret eder.
• اَلَنَّا لَهُ الْحَد۪يدَ (elennâ lehu’l-hadîd): “Ona demiri yumuşattık.” Bu, “telyin-i hadîd” yani demiri ateşe ihtiyaç duymadan hamur gibi işleyebilme mucizesidir.
• اَسَلْنَا لَهُ عَيْنَ الْقِطْرِ (eselnâ lehu ayne’l-kıtr): “Erimiş bakır menbaını ona sel gibi akıttık.” Bu da “izabe-i nühas” yani bakırı eritme ve akışkan hale getirme ilmidir.
İktibas edilen metinde belirtildiği gibi, demirin yumuşatılması ve bakırın eritilmesi “bütün maddî sanayi-i beşeriyenin aslı ve anasıdır ve esası ve madenidir.” Cenab-ı Hak, bu ayetlerle manen der ki: “Siz de evamir-i tekviniyeme itaat etseniz (yani madenlerin yapısını, erime noktalarını, alaşım kanunlarını keşfetseniz), o hikmet ve o san’at size de verilebilir.”
Günümüz ve Gelecekteki Tezahürleri:
• Telyin-i Hadîd (Demirin Yumuşatılması):
• Günümüz: Demir-çelik endüstrisi, yüksek fırınlar, metal şekillendirme (dövme, haddeleme), lazerle kesim ve modern mühendislik (gökdelenler, köprüler, gemiler), Hz. Davud’un (a.s.) mucizesinin fennî bir tezahürüdür.
• Gelecek: Nanoteknoloji ve malzeme bilimi. Maddenin atomik seviyede işlenmesi, metallere “hafıza” kazandırılması (şekil hafızalı alaşımlar) ve demirden çok daha mukavim (sağlam) ve hafif materyallerin üretilmesi, bu “yumuşatma” sanatının gelecekteki yansımalarıdır.
• İzabe-i Nühas (Bakırın Eritilmesi):
• Günümüz: Bakır, elektriğin iletiminde temel maddedir. Bütün elektronik sanayii (bilgisayarlar, telefonlar, devreler) bu “bakırın akıtılması” mucizesinin gölgesinde gelişmiştir.
• Gelecek: Süper-iletkenler ve yeni nesil enerji transfer sistemleri, bu ilmin daha ileri mertebeleridir.
3. Hz. Süleyman (a.s.) Mucizesi: Mekânlar Arası Nakil ve İletişim
Hz. Süleyman (a.s.) ile Belkıs kıssasında geçen şu hadise, modern iletişimin ve naklin sınırlarını çizer:
İlgili Ayet:
“Kitaptan ilmi olan kimse, “Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm” dedi. Süleyman, tahtı yanında yerleşmiş hâlde görünce, “Bu, şükür mü edeceğim yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak için rabbimin bir lütfudur. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur, nankörlük edene gelince, şüphesiz rabbim zengindir, çok cömerttir” dedi.”
(Neml, 27/40)
Ayetin İşareti ve İzahı:
Bu ayet, “uzak mesafelerden eşyayı aynen veya sureten ihzar etmek (hazır etmek)” fiilinin mümkün olduğuna delalet eder.
• قَبْلَ اَنْ يَرْتَدَّ اِلَيْكَ طَرْفُكَ (kable en yertedde ileyke tarfuke): “Gözünü açıp kapayıncaya kadar.” Bu tabir, ışık hızına veya “anında” nakle işarettir.
Risale-i Nur’daki izaha göre, bu hadise iki şeye işaret eder:
• Celb-i Suret ve Savt (Görüntü ve Sesin Nakli): “Elbette taht etrafındaki adamların suretleri ile beraber sesleri de işitilmiştir.”
• Celb-i Ayn (Eşyanın Aynen Nakli): “Taht-ı Belkıs Yemen’de iken, Şam’da aynıyla veyahut suretiyle hazır olmuştur.”
Cenab-ı Hak, bu ayetle manen beşere der ki: “Haydi göreyim sizi… rûy-i zemini, her tarafı herbirinize görülen ve her köşesindeki sesleri size işittiren bir bahçeye çeviriniz.” Bu teşviki destekleyen şu ayeti de zikreder:
“Yeryüzünü sizin için kullanışlı hale getiren O’dur. Üzerinde dolaşın ve Allah’ın rızkından yiyip için; (ama unutmayın ki) dönüş yalnız Allah’adır.”
(Mülk, 67/15)
Günümüz ve Gelecekteki Tezahürleri:
• Celb-i Suret ve Savt (Görüntü ve Ses):
• Günümüz: Radyo, televizyon, telefon, internet, canlı yayınlar ve video konferans (Zoom, Skype vb.) sistemleri, bu ayetin işaret ettiği “suret ve ses nakli” mucizesinin tam olarak fennî tezahürüdür. Bugün dünya, ayetin tabiriyle “her köşesindeki sesleri işittiren bir bahçe” hükmüne gelmiştir.
• Celb-i Ayn (Eşyanın Aynen Nakli):
• Gelecek: Bu, henüz beşerin tam olarak ulaşamadığı, mucizenin “aslına” daha yakın olan huduttur. “Işınlanma” (teleportasyon) olarak bilinen, bir eşyanın atomlarına ayrılıp başka bir yerde tekrar birleştirilmesi fikri, bu ayetin işaret ettiği nihai hedeftir. Kuantum dolanıklık üzerine yapılan çalışmalar, bu “anında” nakil fikrinin teorik temellerini araştırmaktadır.
4. Hz. Süleyman (a.s.) Mucizesi: Görünmez Varlıkların Teshiri (Emir Altına Alınması)
Hz. Süleyman’ın (a.s.) cinleri ve şeytanları emrinde çalıştırması, başka bir fennî hududa işaret eder:
İlgili Ayetler:
“Bina kuran, dalgıçlık yapan her şeytanı (cinleri) ve zincirlerle birbirine bağlanmış olan diğerlerini onun emrine verdik.”
(Sâd, 38/37-38)
“Şeytanlar (cinler) arasından da onun için dalgıçlık ve daha başka işler yapanlar vardı. Biz onları gözetim altında tutuyorduk.”
(Enbiyâ, 21/82)
Ayetlerin İşareti ve İzahı:
Bu ayetler, insandan sonra yeryüzünün en mühim zîşuur (şuur sahibi) sekenesi olan cinlerin ve şerir (kötü) ruhların teshir edilebileceğine (emir altına alınabileceğine) işaret eder.
• يَغُوصُونَ لَهُ (yegûsûne leh): “Onun için dalgıçlık yaparlar.” (Zor ve görünmez işleri yaparlar).
• مُقَرَّن۪ينَ فِى الْاَصْفَادِ (mukarranîne fi’l-esfâd): “Zincirlere vurulmuş olarak.” (Şerlerinin men’edilmesi).
İktibas edilen metin, bunun beşerdeki tezahürünü “ispirtizma” (ruh çağırma, medyumluk) gibi “fünun-u hafiyye” (gizli ilimler) olarak tasvir eder. Ancak çok mühim bir tenkit ve ikazda bulunur:
Kur’an’ın işareti; “bazan kendine emvat (ölüler) namını veren cinlere ve şeytanlara ve ervah-ı habiseye müsahhar ve maskara olup oyuncak olmak değil, belki tılsımat-ı Kur’aniye ile onları teshir etmektir, şerlerinden kurtulmaktır.”
Günümüz ve Gelecekteki Tezahürleri:
• Günümüz: Günümüzdeki “ispirtizma” ve benzeri ruh çağırma seansları, metnin tenkit ettiği “maskara olma” kısmına girmektedir.
• Gelecek/İdeal Tezahür: Ayetin işaret ettiği ideal nokta ise, bu görünmez kuvvetleri ve varlıkları (cinler, şeytanlar veya tabiatın gizli kuvvetleri) şerlerinden emin olarak “umûr-u nâfiada” (faydalı işlerde) istihdam etmektir. Bu, henüz beşerin tam manasıyla ulaşamadığı, belki de ancak yüksek bir maneviyat ve “tılsımat-ı Kur’aniye” (Kur’anî sırlar) ile ulaşılabilecek bir mertebedir. Maddî fenlerin bu sahaya tam nüfuz etmesi şimdilik görünmemektedir.
5. Ruhanilerin Temessülü ve Celbi: Manevî İletişim
Hz. Meryem’e Cebrail’in (a.s.) görünmesi hadisesi, ruhlarla temasın farklı bir cihetine işaret eder:
İlgili Ayet:
“Onlarla kendi arasına bir perde çekmişti. Derken, biz ona ruhumuzu gönderdik de o, kendisine tastamam bir insan şeklinde göründü.”
(Meryem, 19/17)
Ayetin İşareti ve İzahı:
Bu ayet, “temessül-ü ervaha” (ruhların cisimlenmesine) ve “celb-i ervah-ı tayyibe” (temiz ruhların celbedilmesine) işaret eder.
• فَتَمَثَّلَ لَهَا بَشَرًا سَوِيًّا (fetemessele lehâ beşeren seviyyâ): “Ona düzgün bir insan şeklinde göründü.”
Bu, önceki maddedeki “ervah-ı habise”nin (kötü ruhların) aksine, ulvî ruhlarla temastır. İktibastaki izah, bunun “medenîlerin yaptığı gibi hezeliyat (maskaralık, oyun) suretinde” olmaması gerektiğini vurgular. Bu, ruhlara “hürmetsizlik” olur.
Kur’an’ın işaret ettiği ideal seviye; “ciddî olarak ve ciddî bir maksad için… ehl-i velayet misillü onlara müncelib olup münasebet peyda etmek ve onların yerine gidip âlemlerine bir derece takarrüb etmekle ruhaniyetlerinden manevî istifade etmektir.”
Günümüz ve Gelecekteki Tezahürleri:
Bu saha, tamamen manevî ve derûnî bir sahadır. Fennin ve teknolojinin alanı değildir. Bu, velayet (evliyalık) mertebelerinde yaşanan bir haldir. Ayetin teşviki, beşerin sadece maddî ilimlerde değil, manevî ilimlerde de terakki ederek ruhlar âlemiyle ulvî bir münasebet kurabileceğine dairdir.
Netice
Tahlil edilen bütün bu ayetler ve Risale-i Nur’dan iktibas edilen izahlar göstermektedir ki, Kur’an-ı Kerim peygamber mucizelerini zikretmekle:
• Beşerin ilim ve san’atta ulaşabileceği en ileri hudutları çizmiştir (Tıp, Metalürji, İletişim, Nakil, Gizli İlimler).
• Beşeri, Allah’ın “evamir-i tekviniyesi” olan tabiat kanunlarını keşfetmeye ve bu hudutlara doğru çalışmaya “remzen” ve “manen” teşvik etmiştir.
• Bu terakkiyatın (gelişmenin) gayesini de göstermiştir: Tıpta şifa bulmak, sanayide kuvvet kazanmak, iletişimde adaleti tesis etmek ve maneviyatta ulvîleşmektir.
Hem meselâ: Hazret-i Davud Aleyhisselâm’ın mu’cizelerine dair
اِنَّا سَخَّرْنَا الْجِبَالَ مَعَهُ يُسَبِّحْنَ بِالْعَشِىِّ وَاْلاِشْرَاقِ ٭ يَا جِبَالُ اَوِّب۪ى مَعَهُ وَالطَّيْرَ وَاَلَنَّا لَهُ الْحَد۪يدَ
ve
عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ
âyetler delalet ediyor ki: Cenab-ı Hak, Hazret-i Davud Aleyhisselâm’ın tesbihatına öyle bir kuvvet ve yüksek bir ses ve hoş bir eda vermiştir ki: Dağları vecde getirip birer muazzam fonoğraf misillü ve birer insan gibi bir serzâkirin etrafında ufkî halka tutup; bir daire olarak tesbihat ediyorlardı. Acaba bu mümkün müdür, hakikat mıdır?
Evet hakikattır. Mağaralı her dağ, her insanla ve insanın diliyle papağan gibi konuşabilir. Çünki aks-i sadâ vasıtasıyla dağın önünde sen “Elhamdülillah” de. Dağ da aynen senin gibi “Elhamdülillah” diyecek. Madem bu kabiliyeti, Cenab-ı Hak dağlara ihsan etmiştir. Elbette o kabiliyet, inkişaf ettirilebilir ve o çekirdek sünbüllenir.
İşte Hazret-i Davud Aleyhisselâm’a risaletiyle beraber hilafet-i rûy-i zemini müstesna bir surette ona verdiğinden, o geniş risalet ve muazzam saltanata lâyık bir mu’cize olarak o kabiliyet çekirdeğini öyle inkişaf ettirmiş ki; çok büyük dağlar birer nefer, birer şakird, birer mürid gibi Hazret-i Davud’a iktida edip onun lisanıyla, onun emriyle Hâlık-ı Zülcelal’e tesbihat ediyorlardı. Hazret-i Davud Aleyhisselâm ne söylese, onlar da tekrar ediyorlardı. Nasılki şimdi vesait-i muhabere ve vesail-i irtibatın kesret ve tekemmülü sebebiyle haşmetli bir kumandan, dağlara dağılan azîm ordusuna bir anda “Allahü Ekber” dedirir ve o koca dağları konuşturur, velveleye getirir. Madem insanın bir kumandanı, dağları sekenelerinin lisanıyla mecazî olarak konuşturur. Elbette Cenab-ı Hakk’ın haşmetli bir kumandanı, hakikî olarak konuşturur, tesbihat yaptırır. Bununla beraber her cebelin bir şahs-ı manevîsi bulunduğunu ve ona münasib birer tesbih ve birer ibadeti olduğunu, eski Sözlerde beyan etmişiz. Demek her dağ, insanların lisanıyla aks-i sadâ sırrıyla tesbihat yaptıkları gibi, kendi elsine-i mahsusalarıyla dahi Hâlık-ı Zülcelal’e tesbihatları vardır.
وَالطَّيْرَ مَحْشُورَةً ٭ عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ
cümleleriyle Hazret-i Davud ve Süleyman Aleyhimesselâm’a, kuşlar enva’ının lisanlarını, hem istidadlarının dillerini, yani hangi işe yaradıklarını, onlara Cenab-ı Hakk’ın ihsan ettiğini şu cümleler gösteriyorlar. Evet madem hakikattır. Madem rûy-i zemin, bir sofra-i Rahman’dır. İnsanın şerefine kurulmuştur. Öyle ise, o sofradan istifade eden sair hayvanat ve tuyurun çoğu insana müsahhar ve hizmetkâr olabilir. Nasılki en küçüklerinden bal arısı ve ipek böceğini istihdam edip ilham-ı İlahî ile azîm bir istifade yolunu açarak ve güvercinleri bazı işlerde istihdam ederek ve papağan misillü kuşları konuşturarak, medeniyet-i beşeriyenin mehasinine güzel şeyleri ilâve etmiştir. Öyle de, başka kuş ve hayvanların istidad dili bilinirse, çok taifeleri var ki; karındaşları hayvanat-ı ehliye gibi, birer mühim işde istihdam edilebilirler. Meselâ: Çekirge âfetinin istilasına karşı; çekirgeyi yemeden mahveden sığırcık kuşlarının dili bilinse ve harekâtı tanzim edilse, ne kadar faideli bir hizmette ücretsiz olarak istihdam edilebilir.
İşte kuşlardan şu nevi istifade ve teshiri ve telefon ve fonoğraf gibi camidatı konuşturmak ve tuyurdan istifade etmek; en münteha hududunu şu âyet çiziyor. En uzak hedefini tayin ediyor. En haşmetli suretine parmakla işaret ediyor ve bir nevi teşvik eder. İşte Cenab-ı Hak şu âyetlerin lisan-ı remziyle manen diyor ki:
Ey insanlar! Bana tam abd olan bir hemcinsinize, onun nübüvvetinin ismetine ve saltanatının tam adaletine medar olmak için, mülkümdeki muazzam mahlukatı ona müsahhar edip konuşturuyorum ve cünudumdan ve hayvanatımdan çoğunu ona hizmetkâr veriyorum. Öyle ise, herbirinize de madem gök ve yer ve dağlar hamlinden çekindiği bir emanet-i kübrayı tevdi etmişim, halife-i zemin olmak istidadını vermişim. Şu mahlukatın da dizginleri kimin elinde ise, ona râm olmanız lâzımdır. Tâ onun mülkündeki mahluklar da size râm olabilsin. Ve onların dizginleri elinde olan zâtın namına elde edebilseniz ve istidadlarınıza lâyık makama çıksanız…
Madem hakikat böyledir. Manasız bir eğlence hükmünde olan fonoğraf işlettirmek, güvercinlerle oynamak, mektub postacılığı yapmak, papağanları konuşturmaya bedel; en hoş, en yüksek, en ulvî bir eğlence-i masumaneye çalış ki, dağlar sana Davudvari birer muazzam fonoğraf olabilsin ve hava-i nesîminin dokunmasıyla eşcar ve nebatattan birer tel-i musikî gibi nağamat-ı zikriye kulağına gelsin ve dağ, binler dilleriyle tesbihat yapan bir acaib-ül mahlukat mahiyetini göstersin ve ekser kuşlar, Hüdhüd-ü Süleymanî gibi birer munis arkadaş veya muti’ birer hizmetkâr suretini giysin. Hem seni eğlendirsin,
hem müstaid olduğun kemalâta da seni şevk ile sevk etsin. Öteki lehviyat gibi, insaniyetin iktiza ettiği makamdan seni düşürtmesin.
*************
Risale-i Nur Külliyatı’ndaki bu mühim parça, Hazret-i Davud (a.s.) ve Hazret-i Süleyman (a.s.)’ın mu’cizelerini, sadece geçmişte vuku bulmuş harikulade hadiseler olarak değil, aynı zamanda insaniyetin ulaşabileceği en yüksek kemalâtın ve teknolojinin “en münteha hududunu çizen” birer işaret ve hedef olarak tasvir etmektedir.
GİRİŞ: MU’CİZE VE İNSANİYETİN KEMÂLÂTI
İktibas edilen metnin ana fikri şudur: Peygamber mu’cizeleri, bir yandan nübüvvetin isbatı iken, diğer yandan Allah’ın (c.c.) kudretinin mahlukat üzerindeki teshirini (emre amade kılmasını) gösterir. Daha da önemlisi, bu mu’cizeler, insanın “Emanet-i Kübra”yı ve “Hilafet-i Rûy-i Zemin” vazifesini deruhte etmesi hasebiyle, Cenab-ı Hakk’a tam bir abd (kul) olduğu takdirde, tabiatın ve mahlukatın kendisine ne derece musahhar (itaatkâr) olabileceğinin birer numunesidir.
Metin, bu mu’cizelerin “çekirdek” kabiliyetlerinin tabiatta zaten mevcud olduğunu (misal: dağın “aks-i sadâ” kabiliyeti) ve bu kabiliyetlerin Allah’ın izniyle en yüksek seviyede “inkişaf ettirildiğini” beyan eder. Bu inkişaf, insanoğlunun bilim ve teknoloji ile yapmaya çalıştığı şeyin manevî ve harika bir suretidir.
BİRİNCİ BÖLÜM: AYETLERİN TAHLİLİ VE BAĞLANTILARI
Metinde zikredilen ve Hazret-i Davud ile Süleyman’ın (aleyhimesselâm) mu’cizelerine delalet eden ayetler ve izahları:
1. Dağların Tesbihi ve Yankılanması (Teshir-i Cibâl)
Metnin temel aldığı birinci grup ayetler, dağların Hazret-i Davud (a.s.) ile birlikte Allah’ı tesbih etmesidir.
Ayet-i Kerime (Sad Sûresi):
“إِنَّا سَخَّرْنَا الْجِبَالَ مَعَهُ يُسَبِّحْنَ بِالْعَشِيِّ وَالْإِشْرَاقِ”
Meal : “Kuşkusuz biz, dağları onun emrine verdik. Akşam sabah onunla birlikte tesbih ederlerdi.” (Sâd Sûresi, 38:18)
Ayet-i Kerime (Sebe’ Sûresi):
“وَلَقَدْ اٰتَيْنَا دَاوُ۫دَ مِنَّا فَضْلًاۜ يَا جِبَالُ اَوِّب۪ي مَعَهُ وَالطَّيْرَۚ وَاَلَنَّا لَهُ الْحَد۪يدَۙ”
Meal : “Andolsun, Davud’a tarafımızdan bir lütufta bulunduk. ‘Ey dağlar! Kuşlarla birlikte onunla beraber tesbih edin’ dedik ve ‘geniş zırhlar yap, dokumasını ölçülü yap’ diye demiri ona yumuşattık. ‘Salih ameller yapın. Kuşkusuz ben, yaptıklarınızı görmekteyim’ (diye vahyettik).” (Sebe’ Sûresi, 34:10-11) (Metinde 10. ayetin bir kısmı alınmıştır.)
Metindeki İzahı:
Risale-i Nur, bu hadiseyi şöyle tefsir eder:
• Hakikattır, Mecaz Değildir: Bu, sadece şiirsel bir tasvir değildir.
• Mevcut Kabiliyetin İnkişafıdır: Dağların “aks-i sadâ” (yankı) vasıtasıyla sesi tekrar etme kabiliyeti bir “çekirdek”tir. İnsan “Elhamdülillah” deyince dağ da “Elhamdülillah” der.
• Mu’cizevî Sureti: Hazret-i Davud’a (a.s.) verilen muazzam saltanat ve hilafete lâyık bir surette, bu “aks-i sadâ” kabiliyeti inkişaf ettirilmiş; dağlar şuurlu bir “insan gibi” ve muazzam bir “fonoğraf misillü” onun zikrine iştirak etmiştir.
• Temsil: Günümüzdeki bir kumandanın, telsiz ve muhabere vasıtalarıyla dağlara dağılmış ordusuna tek bir emirle “Allahü Ekber” dedirip dağları “mecazî” olarak konuşturması gibi, Allah’ın haşmetli bir kumandanı olan Hz. Davud (a.s.) dağları “hakikî” olarak konuşturmuştur.
2. Demirin Yumuşatılması (Sanayi ve Teknolojinin Esası)
Yukarıdaki Sebe’ Sûresi 10. ayetinde geçen “وَاَلَنَّا لَهُ الْحَد۪يدَ” (Demiri ona yumuşattık) ifadesi, metinde ayrı bir başlık altında incelenmese de, Hz. Davud’un (a.s.) sanayi ve teknolojiye işaret eden mu’cizesidir. Dağları ses ile teshir etmesi manevî ve enerjetik bir hakimiyete, demiri elinde yumuşatması ise maddeye ve sanayiye olan hakimiyetine işarettir.
3. Kuşların Dilini Bilmek (Mantıku’t-Tayr)
Metnin ikinci odak noktası, Hazret-i Davud ve Süleyman’a (aleyhimesselâm) verilen “mantıku’t-tayr” ilmidir.
Ayet-i Kerime (Neml Sûresi):
“وَوَرِثَ سُلَيْمَانُ دَاوُ۫دَ وَقَالَ يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ وَاُو۫ت۪ينَا مِنْ كُلِّ شَيْءٍۜ اِنَّ هٰذَا لَهُوَ الْفَضْلُ الْمُب۪ينُ”
Meal : “Süleyman, Davud’a varis oldu ve ‘Ey insanlar! Bize kuş dili öğretildi ve bize her şeyden verildi. Şüphesiz bu, apaçık bir lütuftur’ dedi.” (Neml Sûresi, 27:16)
Ayet-i Kerime (Sad Sûresi):
“وَالطَّيْرَ مَحْشُورَةً كُلٌّ لَهُٓ اَوَّابٌ”
Meal : “Kuşları da toplu halde onun emrine vermiştik. Hepsi de ona yönelerek tesbih ederlerdi.” (Sâd Sûresi, 38:19)
Metindeki İzahı:
Risale-i Nur, bu ayetlerdeki “mantıku’t-tayr” (kuş dili) ifadesine çok mühim bir tefsir getirir:
• Sadece Ses Değil, “İstidad Dili”: Bu ilim, sadece kuşların sesini tercüme etmek değil, asıl olarak onların “istidadlarının dillerini,” yani hangi işe yaradıklarını, fıtrî vazifelerinin ve kabiliyetlerinin ne olduğunu bilmektir.
• Mevcut Kullanım: İnsanlık zaten bal arısı (bal), ipek böceği (ipek), güvercin (posta) ve papağan (konuşma) gibi bazı hayvanların “istidad dillerini” cüz’î olarak keşfedip onları “istihdam” (hizmet ettirme) etmektedir.
• İşaret Ettiği Hedef: Bu mu’cize, insaniyetin gelecekte başka hayvanların da (misal: çekirge sürüsünü mahveden sığırcık kuşları) istidatlarını keşfederek, onları “ücretsiz hizmetkârlar” olarak medeniyetin mehasinine (güzelliklerine) ilâve edebileceğine işaret eder.
İKİNCİ BÖLÜM: BİLİMSEL AYETLER VE GÜNÜMÜZ/GELECEKTEKİ YANSIMALARI
Metnin ve işaret ettiği ayetlerin, günümüz ve gelecekteki bilimsel ve teknolojik gelişmelere (tezahürlere) nasıl baktığını şöyle izah edebiliriz:
1. Teshir-i Cibâl ve Aks-i Sadâ (Ses, Veri İletişimi ve Enerji)
• Metnin İşareti: Dağların “fonoğraf” olması, bir kumandanın sesini “dağlara dağılan orduya” iletmesi.
• Günümüz Tezahürü:
• Telekomünikasyon ve Kitle İletişimi: Metindeki “fonoğraf” ve “kumandanın emri” tasvirleri, günümüzdeki radyo dalgaları, uydu iletişimi, internet ve mobil ağların (5G vb.) tam bir ön işaretidir. Bir kumandan (veya bir yayıncı), sesini ve emrini (veriyi) “dağlara dağılan” (yani coğrafî olarak dağılmış) milyarlarca insana (cihazlara) bir anda iletebilmektedir. Dağlar (ve atmosfer), bu iletişimin “röle”leri ve “yansıtıcıları” (aks-i sadâ) vazifesi görmektedir.
• Ses Tanıma ve Üretme (AI): “Dağın papağan gibi konuşması” misali, günümüz yapay zekâ teknolojileri (Siri, Alexa, Google Assistant) insanın sesini birebir tekrar etmekle kalmayıp, o sesi anlayıp cevap üretebilmektedir.
• Gelecekteki Yansımaları:
• Sonik Mühendislik (Sonic Engineering): Sesin madde üzerindeki tesiri. Hz. Davud’un (a.s.) sesiyle dağları “vecde getirmesi” ve tesbih ettirmesi, ses frekanslarının maddeyi etkileme, şekillendirme veya kontrol etme potansiyelinin (sonosentez, akustik levitasyon) en yüksek mertebesine işarettir.
• Kuantum İletişim: Verinin, dağlar gibi fizikî engelleri aşarak veya onları kullanarak anında ve güvenli bir şekilde aktarılması.
2. Demirin Yumuşatılması (Malzeme Bilimi ve İmalat)
• Metnin İşareti: “وَاَلَنَّا لَهُ الْحَد۪يدَ” (Demiri ona yumuşattık) – (Sebe’, 10).
• Günümüz Tezahürü:
• Metalurji ve İleri İmalat: İnsanoğlu, demiri ve diğer metalleri yüksek fırınlarda eriterek (mecazen yumuşatarak) onlara şekil vermekte, zırhlar (tanklar, uçaklar) ve hassas aletler yapmaktadır.
• 3D Yazıcılar (Katmanlı İmalat): Metali veya plastiği “yumuşatarak” veya toz halinden “dokuyarak” (ayetteki “dokumasını ölçülü yap” ifadesine bir işaret) karmaşık cisimler imal etme teknolojisidir.
• Gelecekteki Yansımaları:
• Nanoteknoloji ve Akıllı Malzemeler: Maddenin atomik ve moleküler seviyede “yumuşatılması” ve yeniden programlanması. Kendi kendini onaran metaller, şekil değiştiren alaşımlar. Hz. Davud’un (a.s.) elinin sıcaklığıyla değil, Allah’ın izniyle maddenin yapısına hükmetmesi gibi, insanın da maddenin derûnî yapısına hükmetme hedefi.
3. Mantıku’t-Tayr (Biyomimikri, Yapay Zekâ ve Türler Arası İletişim)
• Metnin İşareti: Kuşların “istidad dillerini” bilmek (Neml, 16) ve onları “ücretsiz hizmetkâr” olarak kullanmak (arı, sığırcık kuşu misalleri).
• Günümüz Tezahürü:
• Biyomimikri (Biyobenzetim): Bu, “istidad dillerini” anlamanın tam karşılığıdır. Bilim insanları, kuşların (tayr) nasıl uçtuğunu (istidat) anlayarak uçakları ve drone’ları tasarlamıştır. Yusufçukların aerodinamiği, arıların petek mimarisi, balinaların yüzgeç yapısı… Bunların hepsi, tabiatın “istidad dilini” okuyarak teknolojiye aktarma çabasıdır.
• Yapay Zekâ ile Hayvan İletişimi: Bilim adamları, yapay zekâ algoritmalarını kullanarak balinaların, yunusların ve hatta arıların (arı dansı) iletişim kalıplarını (mantık) deşifre etmeye çalışmaktadır. Bu, “mantıku’t-tayr” ilmine cüz’î bir mazhariyettir.
• Gelecekteki Yansımaları:
• Ekosistem Yönetimi: Metnin “sığırcık kuşlarının dili bilinse… çekirge âfetine karşı istihdam edilebilir” misali, gelecekte hayvanların “istidad dilleri” anlaşılarak ekolojik felaketlere (zararlı böcek istilaları, iklim değişikliği tesirleri) karşı “biyolojik ordular” (Metindeki “cünudumdan” ifadesi) halinde sevk edilebilir.
• Türler Arası Arayüzler: Hayvanların beyin sinyallerini veya iletişimlerini anlayan ve onlara komut verebilen “beyin-makine arayüzleri”nin geliştirilmesi.
NETİCE VE HÜLASA
İktibas edilen metin, Kur’an’ın bu mu’cizeleri zikretmesinin gayesini şöyle özetler:
• En Uzak Hedefi Göstermek: Bu mu’cizeler, insaniyetin bilim ve teknoloji ile ulaşabileceği en yüksek mertebeleri (sesin ve maddenin teshiri, mahlukatın dilini anlama) birer “hedef” olarak tayin eder.
• Şartı Bildirmek (Asıl Mesaj): Metnin sonundaki “Ey insanlar!…” diye başlayan mana-yı remzî (sembolik mana) şudur: Bu yüksek makama ve mahlukat üzerinde tasarrufa (teshire) ancak, “Bana tam abd olan bir hemcinsinize… mahlukatı musahhar ettim” sırrınca, mülkün hakikî sahibi olan Allah’a (c.c.) tam bir ubudiyet (kulluk) ile ulaşılabilir.
• Tehlikeye Karşı İkaz: Eğer insan, Allah namına değil de kendi “ene”si (egosu) namına bu teknolojileri elde ederse, bunlar “manasız bir eğlence hükmünde” (lehviyat) kalır ve insanı “hilafet-i zemin” makamından düşürür.
• Davet: Metin, insanı, “fonoğraf işlettirmek, güvercinlerle oynamak” gibi basit ve dünyevî eğlenceler yerine, “en ulvî bir eğlence-i masumaneye” davet eder: Yani, tabiatı Hâlık’ının (Yaratıcısının) namına incelemeye, dağları Davudvari (a.s.) birer “zikirhane”, ağaçları birer “musiki teli” ve kuşları Hüdhüd-ü Süleymanî (a.s.) gibi “munis birer arkadaş” olarak görmeye davet eder.
Hülasa, bu mu’cizeler, ubudiyetin zirvesinde, hilafetin kemâline erişmiş peygamberlerin eliyle, teknolojinin varabileceği en son noktayı gösteren ilahî işaretlerdir.
Hem meselâ: Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm’ın bir mu’cizesi hakkında olan
قُلْنَا يَا نَارُ كُون۪ى بَرْدًا وَسَلَامًا عَلٰٓى اِبْرَاه۪يمَ
âyetinde üç işaret-i latife var:
Birincisi: Ateş dahi, sair esbab-ı tabiiye gibi kendi keyfiyle, tabiatıyla, körükörüne hareket etmiyor. Belki emir tahtında bir vazife yapıyor ki; Hazret-i İbrahim’i (Aleyhisselâm) yakmadı ve ona, yakma emrediliyor.
İkincisi: Ateşin bir derecesi var ki, bürudetiyle ihrak eder. Yani ihrak gibi bir tesir yapar. Cenab-ı Hak,
سَلَامًا
{(Haşiye): Bir tefsir diyor:
سَلَامًا
demese idi, bürudetiyle ihrak edecekti.}
lafzıyla bürudete diyor ki: “Sen de hararet gibi bürudetinle ihrak etme.” Demek, o mertebedeki ateş, soğukluğuyla yandırır gibi tesir gösteriyor. Hem ateştir, hem berddir. Evet, hikmet-i tabiiyede nâr-ı beyza halinde ateşin bir derecesi var ki; harareti etrafına neşretmiyor ve etrafındaki harareti kendine celbettiği için, şu tarz bürudetle, etrafındaki su gibi mayi şeyleri incimad ettirip, manen bürudetiyle ihrak eder. İşte zemherir, bürudetiyle ihrak eden bir sınıf ateştir. Öyle ise, ateşin bütün derecatına ve umum enva’ına câmi’ olan Cehennem içinde, elbette “Zemherir”in bulunması zarurîdir.
Üçüncüsü: Cehennem ateşinin tesirini men’edecek ve eman verecek iman gibi bir madde-i maneviye, İslâmiyet gibi bir zırh olduğu misillü; dünyevî ateşinin dahi tesirini men’edecek bir madde-i maddiye vardır. Çünki Cenab-ı Hak, İsm-i Hakîm iktizasıyla; bu dünya dâr-ül hikmet olmak hasebiyle, esbab perdesi altında icraat yapıyor. Öyle ise Hazret-i İbrahim’in cismi gibi, gömleğini de ateş yakmadı ve ateşe karşı mukavemet haletini vermiştir. İbrahim’i yakmadığı gibi, gömleğini de yakmıyor. İşte bu işaretin remziyle manen şu âyet diyor ki: “Ey Millet-i İbrahim! İbrahimvari olunuz. Tâ maddî ve manevî gömlekleriniz, en büyük düşmanınız olan ateşe hem burada, hem orada bir zırh olsun. Ruhunuza imanı giydirip, cehennem ateşine karşı zırhınız olduğu gibi;
Cenab-ı Hakk’ın zeminde sizin için sakladığı ve ihzar ettiği bazı maddeler var. Onlar sizi ateşin şerrinden muhafaza eder. Arayınız, çıkarınız, giyiniz.” İşte beşerin mühim terakkiyatından ve keşfiyatındandır ki, bir maddeyi bulmuş ateş yakmayacak ve ateşe dayanır bir gömlek giymiş. Şu âyet ise, ona mukabil bak ne kadar ulvî, latif ve güzel ve ebede kadar yırtılmayacak “Hanifen Müslimen” tezgâhında dokunacak bir hulleyi gösteriyor.
Hem meselâ:
وَعَلَّمَ اٰدَمَ الْاَسْمَٓاءَ كُلَّهَا
“Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’ın dava-yı hilafet-i kübrada mu’cize-i kübrası, talim-i esmadır” diyor. İşte sair enbiyanın mu’cizeleri, birer hususî hârika-i beşeriyeye remzettiği gibi, bütün enbiyanın pederi ve divan-ı nübüvvetin fatihası olan Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’ın mu’cizesi umum kemalât ve terakkiyat-ı beşeriyenin nihayetlerine ve en ileri hedeflerine sarahate yakın işaret ediyor. Cenab-ı Hak (Celle Celalühü), manen şu âyetin lisan-ı işaretiyle diyor ki: “Ey benî-Âdem! Sizin pederinize, melaikelere karşı hilafet davasında rüchaniyetine hüccet olarak, bütün esmayı talim ettiğimden, siz dahi madem onun evlâdı ve vâris-i istidadısınız. Bütün esmayı taallüm edip, mertebe-i emanet-i kübrada, bütün mahlukata karşı, rüchaniyetinize liyakatınızı göstermek gerektir. Zira kâinat içinde, bütün mahlukat üstünde en yüksek makamata gitmek ve zemin gibi büyük mahlukatlar size müsahhar olmak gibi mertebe-i âliyeye size yol açıktır. Haydi ileri atılınız ve birer ismime yapışınız, çıkınız. Fakat sizin pederiniz bir defa şeytana aldandı, cennet gibi bir makamdan rûy-i zemine muvakkaten sukut etti. Sakın siz de terakkiyatınızda şeytana uyup hikmet-i İlahiyenin semavatından, tabiat dalaletine sukuta vasıta yapmayınız. Vakit be-vakit başınızı kaldırıp esma-i hüsnama dikkat ederek, o semavata uruc etmek için fünununuzu ve terakkiyatınızı merdiven yapınız. Tâ fünun ve kemalâtınızın menbaları ve hakikatları olan esma-i Rabbaniyeme çıkasınız ve o esmanın dûrbîniyle, kalbinizle Rabbinize bakasınız.”
***********
Risale-i Nur Külliyatı’ndan iktibas ettiğiniz bu mühim bahisleri, Kur’an-ı Kerim’in işaret ettiği bilimsel hakikatler ve teknolojik terakkiyat (gelişmeler) açılarından tefsiri…
Metinde iki azîm peygamberin, Hazret-i İbrahim (A.S.) ve Hazret-i Âdem (A.S.) mu’cizeleri üzerinden, hem madde hem de mana âlemine dair derin işaretler nazara verilmektedir.
Bu izah, âyetlerin muradlarını, bilimsel keşiflerle olan bağlantılarını ve bu keşiflerin günümüz ile gelecekteki tezahürlerini (yansımalarını) ihtiva edecektir.
Konunun Geniş ve Detaylı İzahı
İktibas edilen metin, enbiyanın (peygamberlerin) gösterdiği mu’cizelerin sadece o anki kavimlerini ikna etmekle kalmadığını, aynı zamanda beşeriyetin gelecekte ulaşacağı ilmî ve teknolojik kemalâtın (yetkinliklerin) nihai sınırlarına da işaret ettiğini beyan eder. Mu’cize, bir nevi manevî bir “prototip” veya “ilk örnek” hükmündedir; Cenab-ı Hakk’ın, kudretiyle esbabı (sebepleri) adeta devre dışı bırakarak doğrudan yarattığı hârikulâde bir fiildir. Beşeriyet ise, aklını ve istidadını kullanarak, o mu’cizenin işaret ettiği gayeye, esbab dairesinde ve uzun bir ilmî tekâmül (gelişim) süreciyle ulaşmaya çalışır.
Bu kaidenin (kuralın) iki mühim misali zikredilmektedir:
• Hazret-i İbrahim (A.S.) ve Ateş Mu’cizesi: Maddî unsurların (ateşin) tesirinden korunma teknolojisine (ateşe dayanıklı materyaller) işaret eder.
• Hazret-i Âdem (A.S.) ve Talim-i Esma Mu’cizesi: Beşeriyetin bütün ilimleri (fünun) ihata etme kabiliyetine, bilgiye dayalı hilafetine ve kâinatı teshir etme (boyun eğdirme) potansiyeline işaret eder.
Şimdi bu iki ana başlığı ve bunlarla bağlantılı diğer “bilimsel âyetleri” teferruatıyla inceleyelim.
Birinci Mesele: Hazret-i İbrahim (A.S.) Mu’cizesi ve Maddenin Hükmü Altına Alınması
Ayet ve Muradları:
قُلْنَا يَا نَارُ كُون۪ى بَرْدًا وَسَلَامًا عَلٰٓى اِبْرَاه۪يمَ
(Meali – Enbiyâ Suresi, 69. Ayet): “Biz de, ‘Ey ateş! İbrahim’e karşı serin ve esenlik ol!’ dedik.”
Bu âyet, eşyanın (varlıkların) kendi tabiatı (doğası) icabı değil, doğrudan Allah’ın emriyle hareket ettiğini gösteren en parlak delillerdendir.
• Birinci İşaret (Emir Altında Olma): Ateşin “yakıcılık” sıfatı zatî (kendinden) değildir; o sıfatı ona veren ve o vazifeyi gördüren bir Fâil-i Muhtar (dilediğini yapan Yaratıcı) vardır. O Yaratıcı “Yakma!” emrini verince, ateş yakıcılık vazifesini terk etmiştir. Bu, modern fizikteki “tabiat kanunları” denilen olguların, aslında değişmez ve kör tesadüfler olmadığını, aksine kâinatı idare eden İlâhî bir iradenin ve kudretin tecellîleri (yansımaları) olduğunu gösterir.
• İkinci İşaret (Berd ve Selâm): Metinde zikredildiği üzere, âyette sadece $بَرْدًا$ (berden – serin ol) denilseydi, ateşin soğukluğuyla (bürudetiyle) eziyet verebileceği, bu sebeple $سَلَامًا$ (selâmen – esenlik ol) lafzıyla bu zararın da men edildiği belirtilir.
• Bilimsel Yansıması: Bu, “Zemherir” (şiddetli soğuk) ve “Nâr-ı Beyza” (Beyaz Ateş) tabirleriyle izah edilir. Fizikte, mutlak sıfır (-273.15 °C) noktasına yakın sıcaklıklar, en az yüksek sıcaklıklar kadar yakıcı ve tahrip edicidir. “Soğuk yanığı” tabiri de bunu ifade eder. Cenab-ı Hak, “selâmen” emriyle ateşin sadece “yakıcı sıcaklığını” değil, “yakıcı soğukluğunu” da iptal ederek onu “esenlikli”, yani mutedil bir hale getirmiştir.
• Üçüncü İşaret (Maddî Zırh): Mu’cize, Cenab-ı Hakk’ın ateşe karşı koyabilecek maddî zırhların ve materyallerin varlığına da işaret eder.
Günümüz ve Gelecekteki Yansımaları:
Bu âyetin işaretiyle beşeriyet, ateşe ve aşırı sıcaklıklara (ve hatta aşırı soğukluğa) dayanıklı materyaller geliştirmek için çalışmıştır.
• Günümüzdeki Tezahürleri:
• Amiant (Asbest) ve Yanmaz Kumaşlar: Metinde de “ateş yakmayacak bir maddeyi bulmuş” denilerek işaret edilen, yüksek ısıya dayanıklı lifli materyaller (eskiden asbest, günümüzde Nomex, Kevlar gibi aramid lifler). İtfaiyeci elbiseleri, yarış pilotu tulumları bu teknolojinin doğrudan neticesidir.
• Seramik ve Alaşımlar: Uzay mekiklerinin atmosfere giriş sırasında maruz kaldığı binlerce derecelik sıcaklığa dayanmasını sağlayan seramik karolar ve yüksek sıcaklık alaşımları (süper alaşımlar), $يَا نَارُ كُون۪ى بَرْدًا$ emrinin esbab (sebepler) dairesindeki bir yansımasıdır.
• Gelecekteki Gelişmeler:
• Akıllı Materyaller (Smart Materials): Sıcaklığa veya çevre şartlarına göre yapısını aktif olarak değiştirebilen, belki de plazma kalkanları veya enerji alanları oluşturarak ısıyı tamamen yansıtan (selâmetle geri çeviren) teknolojiler.
• Nükleer Füzyon ve Plazma Kontrolü: İnsanlık, Güneş’in merkezindeki ateşi (milyonlarca derecelik plazmayı) dünyaya indirmeye (füzyon reaktörleri) çalışmaktadır. Bu ateşi kontrol altında tutmak (ona bir nevi “serin ve selâmetli ol” demek), manyetik alanlar ve gelişmiş materyallerle mümkün olacaktır.
İkinci Mesele: Hazret-i Âdem (A.S.) Mu’cizesi ve İlimlerin İhatası
Ayet ve Muradları:
وَعَلَّمَ اٰدَمَ الْاَسْمَٓاءَ كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلٰٓئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِؤُ۫ن۪ي بِاَسْمَٓاءِ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ
(Meali – Bakara Suresi, 31. Ayet): “Ve Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra onları meleklere gösterip, ‘Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi bana bunların isimlerini bildirin’ dedi.”
Bu âyet, insanlığın “Hilâfet-i Kübrâ” (en büyük halifelik) vazifesinin temelini ve meşruiyetini beyan eder. Bu hilafetin anahtarı “ilim”dir.
• Muradı (Talim-i Esma): “İsimlerin tamamının öğretilmesi”, sadece varlıklara ad koyma değil; eşyanın hakikatini, mahiyetini, sıfatlarını, vazifelerini ve birbiriyle olan münasebetlerini bilme kabiliyetidir. Bu, fizikten kimyaya, biyolojiden sosyolojiye, sanattan hikmete kadar bütün ilimlerin (fünun) temelini ve potansiyelini Hazret-i Âdem’in istidadına (yetenek tohumuna) yerleştirmek demektir.
• Hilafetin Hücceti (Delili): Melekler “Biz kan dökecek… birini mi yaratacaksın?” (Bakara 30) dediklerinde, ibadet ve itaatte kusursuzdular ancak “ilim” ve “irade ile kemâle erme” noktasında insandan farklıydılar. İnsanın rüchaniyeti (üstünlüğü), Allah’ın isimlerine (Esma-i Hüsna) en câmi (kapsamlı) ayna olması ve bu isimlerin tecellîsi olan kâinattaki bütün ilimleri öğrenme kabiliyetidir.
Günümüz ve Gelecekteki Yansımaları:
Hazret-i Âdem’in (A.S.) bu mu’cizesi, diğer peygamberlerin hususî (özel) mu’cizelerinin aksine, bütün bilimsel ve teknolojik gelişmeleri kapsar.
• Günümüzdeki Tezahürleri:
• Bilimin Tasnifi: Fizik (Kudret, Hakîm isimlerinin tecellîsi), Kimya (Mukaddir, Musavvir), Biyoloji (Hayy, Muhyî), Tıp (Şâfî), Mühendislik (Sâni’) gibi bütün ilim dalları, o “öğretilen isimler” hazinesinin beşer tarafından yavaş yavaş açılması, keşfedilmesidir.
• Bilgi Teknolojileri ve Yapay Zekâ: İnsanlık, “isimleri” sadece öğrenmekle kalmayıp, bu bilgiyi işleyen, depolayan ve hatta bilgi üreten sistemler (bilgisayarlar, internet, yapay zekâ) icat etmiştir. Bu, “Talim-i Esma”nın en ileri tezahürlerinden biridir.
• Gelecekteki Gelişmeler:
• Kâinatın Teshiri: Ayet (Bakara 31) ve metindeki “zemin gibi büyük mahlukatlar size müsahhar olmak” ifadesi, insanın sadece Dünya’ya değil, diğer gök cisimlerine de hükmetme potansiyeline işarettir. Uzay araştırmaları, başka gezegenlere yerleşme projeleri bu teshir gayretinin bir parçasıdır.
• Mutlak Bilgiye Yaklaşma: İnsanlığın, kâinattaki bütün “isimleri” (yani bütün varlıkların kodlarını, DNA şifrelerini, maddenin en derûnî yapı taşlarını, evrenin başlangıç ve sonuna dair bilgileri) tam manasıyla anlama gayreti.
• Metindeki İhtar (Uyarı): Metnin sonunda vurgulanan “…tabiat dalaletine sukuta vasıta yapmayınız” ikazı çok mühimdir. Eğer beşeriyet, bu ilimleri (fünun) ve teknolojiyi, onların menbaı (kaynağı) olan Esma-i Rabbaniye’den (Allah’ın isimlerinden) koparırsa, bu terakkiyat (gelişme) bir “merdiven” değil, bir “sukut” (düşüş) vasıtası olur. Bilimin “tabiat yaptı”, “tesadüfen oldu” diyerek yaratıcıyı inkâr etmesi, o “hikmet semasından” düşmektir.
Bilimsel Ayetleri İfade Eden Diğer Sureler ve Özellikleri
Kur’an-ı Kerim, sayısız âyetiyle kâinata, insanın yaratılışına ve tabiat hadiselerine nazarımızı (bakışımızı) çevirir. Bu âyetler, hem tefekküre (derin düşünceye) davet eder hem de bilimsel keşiflere işaret eder.
1. Zâriyât Suresi (Ayet 47): Evrenin Genişlemesi
وَالسَّمَٓاءَ بَنَيْنَاهَا بِاَيْدٍ وَاِنَّا لَمُوسِعُونَ
(Meali): “Göğü biz kendi gücümüzle bina ettik ve şüphesiz biz onu genişletmekteyiz.”
• Özelliği: $لَمُوسِعُونَ$ (le-mûsi’ûn) tabiri, “genişleticiyiz” manasındadır ve bu fiil şimdiki ve gelecek zamanı kapsar (muzâri sigası).
• Günümüzdeki Yansıması: 20. yüzyılın başlarında Edwin Hubble’ın keşfettiği “Evrenin Genişlemesi” (Hubble Kanunu) ve “Büyük Patlama” (Big Bang) teorisi, bu âyetin bilimsel bir tezahürü olarak görülmektedir. Kur’an’ın 14 asır evvel haber verdiği bu kozmolojik hakikat, modern bilimin temel direklerinden biri olmuştur.
2. Enbiyâ Suresi (Ayet 30): Her Şeyin Sudan Yaratılması ve Göklerin Ayrılması
اَوَلَمْ يَرَ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اَنَّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَاۜ وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَٓاءِ كُلَّ شَيْءٍ حَيٍّۜ اَفَلَا يُؤْمِنُونَ
( Meali): “İnkâr edenler, göklerle yer bitişik bir halde iken bizim, onları birbirinden ayırdığımızı ve her canlı şeyi sudan yarattığımızı görmediler mi? Hâlâ inanmayacaklar mı?”
• Özellikleri:
• $رَتْقًا$ (ratkan – bitişik) ve $فَفَتَقْنَاهُمَا$ (fe-fetaknâhümâ – ikisini ayırdık): Bütün kâinat maddesinin tek bir noktada “bitişik” olduğunu (tekillik/singularity) ve sonradan “ayrıldığını” (Büyük Patlama) ifade eder.
• $وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَٓاءِ كُلَّ شَيْءٍ حَيٍّ$ (ve her canlı şeyi sudan yarattık): Biyolojinin ve kimyanın temel kaidesi. Hayatın (biyokimyasal reaksiyonların) temel çözücüsü ve kaynağı sudur.
• Günümüzdeki Yansıması: Kozmoloji (Büyük Patlama) ve Biyoloji (hayatın kökeni) ilimlerinin temel bulgularını özetler.
3. Târık Suresi (Ayet 5-7): İnsanın Yaratılış Yeri
فَلْيَنْظُرِ الْاِنْسَانُ مِمَّ خُلِقَ ﴿٥﴾ خُلِقَ مِنْ مَٓاءٍ دَافِقٍۙ ﴿٦﴾ يَخْرُجُ مِنْ بَيْنِ الصُّلْبِ وَالتَّرَٓائِبِۜ ﴿٧﴾
(Meali): “İnsan neden yaratıldığına bir baksın! O, atılan bir sudan yaratıldı. O su, (erkeğin) bel kemiği ile (kadının) göğüs kemikleri arasından çıkar.”
• Özelliği: $الصُّلْبِ$ (sulb – bel kemiği, erkeği işaret eder) ve $التَّرَٓائِبِ$ (terâib – göğüs kemikleri/kafesi, kadını işaret eder) tabirleri.
• Günümüzdeki Yansıması: Modern embriyoloji, erkek ve kadındaki üreme organlarının (testisler ve yumurtalıklar) embriyonik gelişim esnasında ilk olarak böbreklerin yanında, yani “sulb” ve “terâib” olarak tarif edilen bölgeye (göğüs kafesi ile bel kemiği arasındaki ana gövde) yakın bir yerde oluştuğunu ve daha sonra asıl yerlerine indiklerini tespit etmiştir. Ayet, menşei (kökeni) itibariyle bu anatomik bölgeye işaret etmektedir.
4. Yâsîn Suresi (Ayet 38-40): Güneş ve Ay’ın Yörüngeleri
وَالشَّمْسُ تَجْر۪ي لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا… ﴿٣٨﴾ …لَا الشَّمْسُ يَنْبَغ۪ي لَهَٓا اَنْ تُدْرِكَ الْقَمَرَ وَلَا الَّيلُ سَابِقُ النَّhَارِۜ وَكُلٌّ ف۪ي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ ﴿٤٠﴾
(Meali): “Güneş de kendi yörüngesinde akıp gitmektedir… Ne güneşin aya yetişip çatması uygundur ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzmektedirler.”
• Özelliği: $تَجْر۪ي$ (tecrî – akar, hareket eder) ve $كُلٌّ ف۪ي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ$ (küllün fî felekin yesbehûn – her biri bir yörüngede yüzer).
• Günümüzdeki Yansıması: Kur’an’ın indiği dönemde Güneş sabit, Dünya merkezde sanılıyordu. Ayet, Güneş’in de “aktığını” (hareket ettiğini) belirtmiştir. Modern astronomi, Güneş’in sadece kendi etrafında dönmediğini, aynı zamanda Samanyolu Galaksisi içinde “Apex” denilen bir noktaya doğru saniyede yaklaşık 220 km hızla “akıp gittiğini” (yörüngede yüzdüğünü) keşfetmiştir. Ayet, bu muazzam galaktik harekete işaret eder.
Netice ve Değerlendirme
İktibas edilen Risale-i Nur metni ve dayandığı âyetler, Kur’an’ın sadece bir ahlâk ve ibadet kitabı olmadığını, aynı zamanda kâinat kitabının (tabiatın) da ezelî bir tefsiri olduğunu ispatlamaktadır.
• Hazret-i İbrahim (A.S.) mu’cizesi, insanın maddeye hükmetme, onu tahlil etme ve zararlarından korunma (Fizik, Kimya, Malzeme Bilimi) kabiliyetine işarettir.
• Hazret-i Âdem (A.S.) mu’cizesi ise, insanın bu ilimlerin tamamını ihata etme (Bütün Fünun, Bilgi İşlem, Yapay Zekâ) ve kâinatı teshir etme (Hilafet, Uzay Araştırmaları) istidadına işarettir.
Bu terakkiyatın (gelişmelerin) geleceği ise, metindeki son ihtara bağlıdır: Eğer beşeriyet, bu ilimleri ve teknolojiyi Allah’ı (C.C.) tanımak için bir “merdiven” ve O’nun Esma-i Hüsna’sının tecellîlerini (yansımalarını) müşahede etmek (gözlemlemek) için bir “dürbün” yaparsa, bu terakkiyat hem dünyada hem ahirette bir kemâl (yetkinlik) ve saadet vesilesi olacaktır. Eğer bu bağı koparıp “tabiat” ve “tesadüf” dalaletine düşerse, elde ettiği teknoloji, Hazret-i Âdem’in (A.S.) muvakkaten (geçici olarak) sukut etmesi gibi, topyekûn bir manevî (ve belki de maddî) sukuta ve helâkete sebep olacaktır.
Bir nükte-i mühimme ve bir sırr-ı ehemm
Şu âyet-i acibe, insanın câmiiyet-i istidadı cihetiyle mazhar olduğu bütün kemalât-ı ilmiye ve terakkiyat-ı fenniye ve havarik-ı sun’iyeyi “talim-i esma” ünvanıyla ifade ve tabir etmekte şöyle latif bir remz-i ulvî var ki: Herbir kemalin, herbir ilmin, herbir terakkiyatın, herbir fennin bir hakikat-ı âliyesi var ki; o hakikat, bir ism-i İlahîye dayanıyor.
Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyatı ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla o fen, o kemalât, o san’at kemalini bulur, hakikat olur. Yoksa yarım yamalak bir surette nâkıs bir gölgedir.
Meselâ: Hendese bir fendir. Onun hakikatı ve nokta-i müntehası, Cenab-ı Hakk’ın İsm-i Adl ve Mukaddir’ine yetişip, hendese âyinesinde o ismin hakîmane cilvelerini haşmetiyle müşahede etmektir.
Meselâ: Tıb bir fendir, hem bir san’attır. Onun da nihayeti ve hakikatı; Hakîm-i Mutlak’ın Şâfî ismine dayanıp, eczahane-i kübrası olan rûy-i zeminde rahîmane cilvelerini edviyelerde görmekle tıb kemalâtını bulur, hakikat olur.
Meselâ: Hakikat-ı mevcudattan bahseden Hikmet-ül Eşya, Cenab-ı Hakk’ın (Celle Celalühü) “İsm-i Hakîm”inin tecelliyat-ı kübrasını müdebbirane, mürebbiyane; eşyada, menfaatlarında ve maslahatlarında görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet hikmet olabilir. Yoksa, ya hurafata inkılab eder ve malayaniyat olur veya felsefe-i tabiiye misillü dalalete yol açar.
İşte sana üç misal… Sair kemalât ve fünunu bu üç misale kıyas et.
İşte Kur’an-ı Hakîm, şu âyetle beşeri, şimdiki terakkiyatında pek çok geri kaldığı en yüksek noktalara, en ileri hududa, en nihayet mertebelere, arkasına dest-i teşviki vurup, parmağıyla o mertebeleri göstererek “Haydi arş ileri” diyor. Bu âyetin hazine-i uzmasından şimdilik bu cevherle iktifa ederek o kapıyı kapıyoruz.
Hem meselâ: Hâtem-i divan-ı nübüvvet ve bütün enbiyanın mu’cizeleri onun dava-i risaletine bir tek mu’cize hükmünde olan enbiyanın serveri ve şu kâinatın mâ-bihil iftiharı ve Hazret-i Âdem’e (Aleyhisselâm) icmalen talim olunan bütün esmanın bütün meratibiyle tafsilen mazharı (Aleyhissalâtü Vesselâm) yukarıya celal ile parmağını kaldırmakla şakk-ı Kamer eden ve aşağıya cemal ile indirmekle yine on parmağından kevser gibi su akıtan ve bin mu’cizat ile musaddak ve müeyyed olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın mu’cize-i kübrası olan Kur’an-ı Hakîm’in vücuh-u i’cazının en parlaklarından olan hak ve hakikata dair beyanatındaki cezalet, ifadesindeki belâgat, maânîsindeki câmiiyet, üslûblarındaki ulviyet ve halâveti ifade eden:
قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَالْجِنُّ عَلٰٓى اَنْ يَاْتُوا بِمِثْلِ هٰذَا الْقُرْاٰنِ لَا يَاْتُونَ بِمِثْلِه۪ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَه۪يرًا
gibi çok âyât-ı beyyinatla ins ü cinnin enzarını, şu mu’cize-i ebediyenin vücuh-u i’cazından en zahir ve en parlak vechine çeviriyor. Bütün ins ü cinnin damarlarına dokunduruyor. Dostlarının şevklerini, düşmanlarının inadını tahrik edip, azîm bir teşvik ile, şiddetli bir tergib ile dost ve düşmanları onu tanzire ve taklide, yani nazirini yapmak ve kelâmını ona benzetmek için sevkediyor. Hem öyle bir surette o mu’cizeyi nazargâh-ı enama koyuyor; güya insanın bu dünyaya gelişinden gaye-i yegânesi; o mu’cizeyi hedef ve düstur ittihaz edip, ona bakarak, netice-i hilkat-i insaniyeye bilerek yürümektir.
Elhasıl: Sair Enbiya Aleyhimüsselâm’ın mu’cizatları, birer havarik-ı san’ata işaret ediyor ve Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’ın mu’cizesi ise; esasat-ı san’at ile beraber, ulûm ve fünunun, havarik ve kemalâtının fihristesini bir suret-i icmalîde işaret ediyor ve teşvik ediyor. Amma mu’cize-i kübra-i Ahmediye (A.S.M.) olan Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan ise, talim-i esmanın hakikatına mufassalan mazhariyetini; hak ve hakikat olan ulûm ve fünunun doğru hedeflerini ve dünyevî, uhrevî kemalâtı ve saadâtı vazıhan gösteriyor. Hem pek çok azîm teşvikatla, beşeri onlara sevkediyor. Hem öyle bir tarzda sevkeder, teşvik eder ki; o tarz ile şöyle anlattırıyor: “Ey insan! Şu kâinattan maksad-ı a’lâ; tezahür-ü rububiyete karşı, ubudiyet-i külliye-i insaniyedir ve insanın gaye-i aksası, o ubudiyete ulûm ve kemalât ile yetişmektir.” Hem öyle bir surette ifade ediyor ki, o ifade ile şöyle işaret eder ki: “Elbette nev’-i beşer, âhir vakitte ulûm ve fünuna dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise, ilmin eline geçecektir.” Hem o Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, cezalet ve belâgat-ı Kur’aniyeyi mükerreren ileri sürdüğünden remzen anlattırıyor ki: “Ulûm ve fünunun en parlağı olan belâgat ve cezalet, bütün enva’ıyla âhirzamanda en mergub bir suret alacaktır. Hattâ insanlar, kendi fikirlerini birbirlerine kabul ettirmek ve hükümlerini birbirine icra ettirmek için, en keskin silâhını cezalet-i beyandan ve en mukavemet-sûz kuvvetini belâgat-ı edadan alacaktır.”
Elhasıl:
Kur’anın ekser âyetleri, herbiri birer hazine-i kemalâtın anahtarı ve birer define-i ilmin miftahıdır.
Eğer istersen Kur’anın semavatına ve âyâtının nücumlarına yetişesin;
geçmiş olan yirmi aded Sözleri, yirmi basamaklı
{(Haşiye-1): Belki otuzüç aded Sözleri, otuzüç aded Mektubları, otuzbir Lem’aları, onüç Şuaları; yüzyirmi basamaklı bir merdivendir.}
bir merdiven yaparak çık. Onunla gör ki: Kur’an ne kadar parlak bir güneştir. Hakaik-i İlahiyeye ve hakaik-i mümkinat üstüne nasıl safi bir nur serpiyor ve parlak bir ziya neşrediyor bak…
Netice:
Madem enbiyaya dair olan âyetler, şimdiki terakkiyat-ı beşeriyenin hârikalarına birer nevi işaretle beraber, daha ilerideki hududunu çiziyor gibi bir tarz-ı ifadesi var ve madem herbir âyetin müteaddid manalara delaleti muhakkaktır, belki müttefekun aleyhtir ve madem enbiyaya ittiba etmek ve iktida etmeye dair evamir-i mutlaka var. Öyle ise, şu geçmiş âyetlerin maânî-i sarihalarına delaletle beraber, san’at ve fünun-u beşeriyenin mühimlerine işarî bir tarzda delalet, hem teşvik ediliyor denilebilir.
*************
Risale-i Nur Külliyatı’ndaki (Sözler, Yirminci Söz, İkinci Makam’dan bir bölüm) bu mühim nükte, Kur’an-ı Hakîm’in “talim-i esma” hadisesini nasıl cihan şümul bir manada ele aldığını tasvir etmektedir. Bu metin, Hazret-i Âdem’e (a.s.) öğretilen “isimlerin” sadece lügavî (sözlüksel) manada kelimeler olmadığını; bilakis, kâinattaki bütün mevcudatın hakikatlerini, vazifelerini ve en nihayetinde dayandıkları İlahî isimleri (Esma-i Hüsna’yı) ihtiva eden bir “icmalî fihriste” olduğunu beyan eder.
“Talim-i Esma”: Kâinatın İlmî Fihristesi ve Esma-i İlahiye’ye Dayanan Bilimler
Risale-i Nur’da izah edildiği üzere, insanın kâinattaki vazifesi sadece tabiatı seyretmek değil, aynı zamanda “halife” sıfatıyla o tabiatın derûnî yapılarını, işleyişini ve san’atını anlamak ve bu anlayışla medeniyetler kurmaktır. Bu anlayışın temeli, “talim-i esma”dır.
1. Kur’an-ı Kerim’de “Talim-i Esma” ve İnsanın İstidadı
Bu meselenin mihver ayeti, Bakara Suresi’ndedir:
وَعَلَّمَ اٰدَمَ الْاَسْمَٓاءَ كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلٰٓئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِئُون۪ي بِاَسْمَٓاءِ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ
“Allah Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra onları meleklere gösterip, ‘Eğer doğru söylüyorsanız, şunların isimlerini bana bildirin’ dedi.” (Bakara 2/31, Meali)
Bu ayet, insanın meleklere karşı hilafet (halifelik) ve rüçhaniyetinin (üstünlüğünün) isbatıdır. Melekler, “Biz senin öğrettiğinden başkasını bilmeyiz” (Bakara 2/32) derken, Hazret-i Âdem (a.s.) bu isimleri sayabilmiştir.
• İzahı: “İsimler” (El-Esmâ), mevcudatın sadece adları değil, onların hakikatleri, vazifeleri ve san’atlarıdır. Her bir varlık, Allah’ın bir veya birden fazla isminin tecellisidir. İnsana öğretilen bu ilim, kâinatı okuyabilme, eşyanın “hikmetini” anlayabilme kabiliyetidir. Bütün bilimler (ulûm ve fünun), bu “talim-i esma” hazinesinin beşer idraki seviyesinde tafsilatlı bir şekilde açılmasından (inkişafından) ibarettir.
2. Her Bilimin Bir İsm-i İlahi’ye Dayanması
İktibas ettiğiniz metindeki gibi, her ilim dalı, hakikatini bir İlahî isimde bulur. Eğer o isme dayanmazsa, ya sathi bir malumat yığını olur, ya da tabiatperestlik gibi bir dalalete (sapmaya) yol açar.
• Tıb ve İsm-i Şâfî:
• Tıb ilmi, bedendeki nizamı ve hastalıkların sebeplerini araştırır. Fakat nihai noktada şifayı veren, Hakîm-i Mutlak olan Allah’ın “Şâfî” (Şifa Veren) ismidir.
• Ayet Bağlantısı (Hazret-i İbrahim’in (a.s.) lisanıyla):
وَاِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْف۪ينِۖ
“Hastalandığımda da O bana şifa verir.” (Şuarâ 26/80, Meali)
• Günümüzdeki Tezahürü: Modern tıp, genetik mühendisliği (CRISPR vb.), moleküler biyoloji ve farmakoloji (ilaç bilimi) ile hastalıkların mekanizmalarını çözmektedir. Lakin bu ilim, “Şâfî” isminin eczahane-i kübrası (büyük eczanesi) olan tabiatta yarattığı molekülleri ve sistemleri taklit etmekten veya keşfetmekten ibarettir. İlim “sebebi” bulur, hakikat ise “Müsebbib”i (sebebi yaratanı) gösterir.
• Hendese (Geometri/Mühendislik) ve İsm-i Adl, Mukaddir:
• Mühendislik ve fizik bilimleri, kâinattaki ölçüye, dengeye ve nizama dayanır. Bu nizam, “Adl” (Her şeyi yerli yerine koyan, adaletle ölçen) ve “Mukaddir” (Her şeye bir kader/ölçü tayin eden) isimlerinin cilvesidir.
• Ayet Bağlantısı:
اِنَّا كُلَّ شَيْءٍ خَلَقْنَاهُ بِقَدَرٍ
“Şüphesiz biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık.” (Kamer 54/49, Meali)
وَالسَّمَٓاءَ رَفَعَهَا وَوَضَعَ الْم۪يزَانَۙ
“Göğü yükseltti ve dengeyi koydu.” (Rahmân 55/7, Meali)
• Günümüzdeki Tezahürü: Yapay zekâ algoritmaları, büyük veri analizi, astrofizikteki kâinat modelleri ve mimarîdeki statik hesaplamalar; hep bu İlahî “kader”in (ölçünün) matematiksel ifadesini keşfetme çabasıdır. Kâinattaki bu hassas denge olmasaydı, hiçbir bilimsel kanun formüle edilemezdi.
• Hikmet-ül Eşya (Felsefe/Kozmoloji) ve İsm-i Hakîm:
• Varlıkların “neden” var olduğunu, gayelerini ve faydalarını araştıran hikmet (felsefe), eğer “Hakîm” (Her işi hikmetli olan) ismine dayanmazsa, varlıkları gayesiz, tesadüfî veya abes (saçma) görür.
• Ayet Bağlantısı:
وَمَا خَلَقْنَا السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا لَاعِب۪ينَ
“Biz, gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, eğlenmek için yaratmadık.” (Duhân 44/38, Meali)
• Günümüzdeki Tezahürü: Modern felsefenin ve natüralizmin (tabiatçılık) düştüğü “anlamsızlık” (nihilizm) buhranı, eşyaya “Hakîm” ismi hesabına bakmamanın neticesidir. Kâinatın bir gayesi ve hikmeti olduğunu kabul etmek, bilimin de temel motivasyonudur.
Kâinata ve Bilime İşaret Eden Sureler ve Ayetlerin Güncel Tezahürleri
Kur’an-ı Kerim, doğrudan bir bilim kitabı değildir; o bir hidayet kitabıdır. Lakin San’atkârını (Sâni’) tanıtmak için, kâinattaki san’atlarına (eserlerine) sıkça nazarımızı (bakışımızı) çevirir. Bu ayetler, asırlar sonra keşfedilecek bilimsel hakikatlere de işarî manada kapı açmıştır.
1. Yâsîn Suresi (Kozmoloji ve Astronomi)
Bu sure, kâinatın nizamına ve hareketine dair mühim işaretler ihtiva eder.
وَالشَّمْسُ تَجْر۪ي لِمُسْتَقَرٍّ لَهَاۜ ذٰلِكَ تَقْد۪يرُ الْعَز۪يزِ الْعَل۪يمِۜ ۞ وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ حَتّٰى عَادَ كَالْعُرْجُونِ الْقَد۪يمِ ۞ لَا الشَّمْسُ يَنْبَغ۪ي لَهَٓا اَنْ تُدْرِكَ الْقَمَرَ وَلَا الَّيْلُ سَابِقُ النَّhَارِۜ وَكُلٌّ ف۪ي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ
“Güneş de kendi yörüngesinde akıp gitmektedir. Bu, mutlak güç sahibi, hakkıyla bilen Allah’ın takdiri (düzenlemesi)dir. Ay için de bir takım menziller (yörüngeler) tayin ettik. Nihayet o, eğri hurma dalı gibi (hilâl) olur da geri döner. Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzerler.” (1Yâsîn 36/38-40, Meali)
• Günümüzdeki Tezahürleri:
• “Güneş… akıp gitmektedir” (تَجْر۪ي): Güneş’in sabit değil, Samanyolu Galaksisi içinde “Solar Apex” adı verilen bir noktaya doğru saniyede yaklaşık 200 km hızla hareket ettiğinin keşfi.
• “Her biri bir yörüngede yüzerler” (وَكُلٌّ ف۪ي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ): “Yesbahûn” (yüzerler) tabiri, gezegenlerin ve yıldızların boşlukta süzülerek hareket ettiğini mükemmel bir şekilde tasvir eder. Bu ayet, o dönemde hâkim olan Batlamyus modelini (Dünya merkezli ve gök cisimlerinin “çakılı” olduğu anlayışını) reddeder.
• “Eğri hurma dalı gibi”: Ay’ın yörünge hareketinin ve evrelerinin estetik bir tasviridir.
2. Zâriyât Suresi (Evrenin Genişlemesi)
وَالسَّمَٓاءَ بَنَيْنَاهَا بِاَيْدٍ وَاِنَّا لَمُوسِعُونَ
“Göğü kudretimizle biz kurduk ve şüphesiz biz onu genişletmekteyiz.” (Zâriyât 51/47, Meali)
• Günümüzdeki Tezahürleri: Ayette geçen “mûsi’ûn” (مُوسِعُونَ) kelimesi, “genişletenleriz” veya “kudretimiz geniştir” manalarına gelir. Modern kozmolojinin en temel keşfi, 1920’lerde Edwin Hubble tarafından isbatlanan “Evrenin Genişlemesi”dir (Büyük Patlama – Big Bang teorisinin temel direği). Ayet, bu cihan şumul hakikate 14 asır evvel açıkça işaret etmektedir.
3. Enbiyâ Suresi (Evrenin Başlangıcı – Kozmogoni)
اَوَلَمْ يَرَ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اَنَّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَاۜ وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَٓاءِ كُلَّ شَيْءٍ حَيٍّۜ اَفَلَا يُؤْمِنُونَ
“İnkâr edenler, göklerle yer bitişik bir halde iken bizim, onları birbirinden ayırdığımızı ve her canlıyı sudan yarattığımızı görmediler mi? Hâlâ inanmayacaklar mı?” (Enbiyâ 21/30, Meali)
• Günümüzdeki Tezahürleri:
• “Bitişik bir halde iken… ayırdık” (رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا): “Ratk” (bitişik, yekpare) ve “Fatk” (ayırma, parçalama). Bu, modern bilimin “Büyük Patlama” (Big Bang) olarak adlandırdığı, evrenin başlangıçta tek bir “tekillik” (singularity) halinde iken muazzam bir patlama ile “ayrışarak” genişlemeye başlamasını ve kâinatın (gökler ve yer) oluşmasını tasvir eder.
• “Her canlıyı sudan yarattık”: Biyolojinin temel prensibi; hayatın suda başladığı ve canlı hücrelerin (protoplazma) %70 ila %90’ının sudan oluştuğu gerçeğidir.
4. Mü’minûn Suresi (Embriyoloji)
وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ مِنْ سُلَالَةٍ مِنْ ط۪ينٍۚ ۞ ثُمَّ جَعَلْنَاهُ نُطْفَةً ف۪ي قَرَارٍ مَك۪ينٍۖ ۞ ثُمَّ خَلَقْنَا النُّطْفَةَ عَلَقَةً فَخَلَقْنَا الْعَلَقَةَ مُضْغَةً فَخَلَقْنَا الْمُضْغَةَ عِظَامًا فَكَسَوْنَا الْعِظَامَ لَحْمًاۘ ثُمَّ اَنْشَاْنَاهُ خَلْقًا اٰخَرَۜ فَتَبَارَكَ اللّٰهُ اَحْسَنُ الْخَالِق۪ينَۜ
“Andolsun, biz insanı, çamurdan (süzülmüş) bir özden yarattık. Sonra onu az bir su (meni) halinde sağlam bir karargâha (rahme) yerleştirdik. Sonra o su damlasını bir ‘alaka’ (embriyo) yaptık. Peşinden, o ‘alaka’yı bir ‘mudga’ (bir çiğnem et parçası) yaptık. Peşinden, o ‘mudga’yı kemikler yaptık. Peşinden de, o kemiklere et giydirdik. Sonra onu bambaşka bir yaratılışla (insan olarak) ortaya çıkardık. Yaratanların en güzeli olan Allah’ın şânı ne yücedir!” (Mü’minûn 23/12-14, Meali)
• Günümüzdeki Tezahürleri: Bu ayetler, modern embriyolojinin ancak son yüzyılda mikroskop altında keşfedebildiği aşamaları (nutfeden alakaya, mudgaya, kemiklerin oluşup etle kaplanmasına) hayret verici bir tafsilatla sıralamaktadır.
• “Alaka”: Sadece “kan pıhtısı” değil, aynı zamanda “asılıp tutunan şey” (sülük gibi) demektir ki, embriyonun rahim duvarına tutunmasını (implantasyon) tam olarak tasvir eder.
• “Mudga”: “Çiğnenmiş et parçası.” Embriyonun bu evresinde (somit dönemi), üzerinde diş izlerine benzeyen boğumlar oluşur.
• Kemiklerin önce oluşup sonra kasların (et) onları sarması, modern embriyolojinin de tasdik ettiği bir sıralamadır.
Gelecekteki Yansımalar ve İnsanlığın Vazifesi
Risale-i Nur’daki metnin işaret ettiği gibi, Kur’an “Haydi arş ileri” diyerek beşerin ilmî terakkiyatının (gelişiminin) hududunu çiziyor ve onu teşvik ediyor.
• “Âhir vakitte ulûm ve fünuna dökülecektir”: Günümüzde yaşadığımız “bilgi çağı”, yapay zekâ devrimi, kuantum hesaplama ve uzay araştırmaları, beşeriyetin bütün kuvvetini ilimden aldığının bir tezahürüdür.
• “Hüküm ve kuvvet ise, ilmin eline geçecektir”: Artık devletlerin gücü, toprak genişliğinden ziyade teknolojik üstünlük (çip teknolojisi, siber güç, biyoteknoloji) ile ölçülmektedir.
• “Belâgat ve cezalet… en keskin silâhı… alacaktır”: Günümüzde “bilgi” kadar, o bilginin nasıl sunulduğu da önemlidir. Sosyal medya, dijital muhteva üretimi, algı yönetimi ve kitle iletişimi; fikirleri kabul ettirmenin ve hükmetmenin en mühim vasıtaları haline gelmiştir. Bu, Kur’an’ın “belâgat” mucizesinin, âhirzamanda en mergup (rağbet edilen) bir suret alacağının isbatıdır.
Netice
Kur’an-ı Kerim, “talim-i esma” ile insana kâinatın anahtarlarını vermiştir. Her bilim dalı, bu anahtarlarla açılan bir hazinedir. Lakin bu ilim, metinde de vurgulandığı gibi, eğer dayandığı İsm-i İlahi’yi (Şâfî, Adl, Hakîm, Mukaddir, Sâni’) bulamazsa, “nâkıs bir gölge” olarak kalır.
Beşeriyet, fen ve teknolojide ne kadar ilerlerse ilerlesin, bu ilerleyiş ancak Kur’an’ın 14 asır önce işaret ettiği İlahî kanunların (Sünnetullah’ın) keşfinden ibaret olacaktır. İnsanın vazifesi, bu keşifleri enaniyetine (egosuna) ve tahribata değil, metnin sonunda belirtildiği gibi, kâinattan maksad-ı a’lâ olan “tezahür-ü rububiyete karşı, ubudiyet-i külliye-i insaniye” hedefine, yani Allah’ın Rabliğini tanıyıp O’na küllî bir kullukla mukabele etmeye vasıta kılmaktır.
İki mühim suale karşı iki mühim cevab
Birincisi:
Eğer desen: “Madem Kur’an, beşer için nâzil olmuştur. Neden beşerin nazarında en mühim olan medeniyet hârikalarını tasrih etmiyor? Yalnız gizli bir remz ile, hafî bir îma ile, hafif bir işaretle, zaîf bir ihtar ile iktifa ediyor?”
Elcevab:
Çünki medeniyet-i beşeriye hârikalarının hakları, bahs-i Kur’anîde o kadar olabilir. Zira Kur’anın vazife-i asliyesi: Daire-i rububiyetin kemalât ve şuunatını ve daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvalini talim etmektir. Öyle ise şu havarik-ı beşeriyenin o iki dairede hakları; yalnız bir zaîf remz, bir hafif işaret, ancak düşer. Çünki onlar, daire-i rububiyetten haklarını isteseler, o vakit pek az hak alabilirler. Meselâ; tayyare-i beşer
{(Haşiye-2): Şu ciddî mes’eleyi yazarken ihtiyarsız olarak, kalemim üslûbunu, şu latif latifeye çevirdi. Ben de kalemimi serbest bıraktım. Ümid ederim ki, üslûbun latifeliği, mes’elenin ciddiyetine halel vermesin.}
Kur’ana dese: “Bana bir hakk-ı kelâm ver, âyâtında bir mevki ver.” Elbette o daire-i rububiyetin tayyareleri olan Seyyarat, Arz, Kamer; Kur’an namına diyecekler: “Burada cirmin kadar bir mevki alabilirsin.” Eğer beşerin taht-el bahrleri, âyât-ı Kur’aniyeden mevki isteseler; o dairenin taht-el bahrleri (yani, bahr-i muhit-i havaîde ve esîr denizinde yüzen) zemin ve yıldızlar ona diyecekler: “Yanımızda senin yerin, görünmeyecek derecede azdır.” Eğer elektriğin parlak, yıldız-misal lâmbaları, hakk-ı kelâm isteyerek, âyetlere girmek isteseler; o dairenin elektrik lâmbaları olan şimşekler, şahablar ve gökyüzünü zînetlendiren yıldızlar ve misbahlar diyecekler: “Işığın nisbetinde bahis ve beyana girebilirsin.” Eğer havarik-ı medeniyet, dekaik-ı san’at cihetinde haklarını isterlerse ve âyetlerden makam taleb ederlerse; o vakit, bir tek sinek onlara “Susunuz” diyecek. “Benim bir kanadım kadar hakkınız yoktur. Zira sizlerdeki, beşerin cüz’-i ihtiyarıyla kesbedilen bütün ince san’atlar ve bütün nazik cihazlar toplansa, benim küçücük vücudumdaki ince san’at ve nazenin cihazlar kadar acib olamaz.
اِنَّ الَّذ۪ينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوِ اجْتَمَعُوا لَهُ
ilâ âhir.. âyeti sizi susturur.”
Eğer o hârikalar, daire-i ubudiyete gidip, o daireden haklarını isterlerse; o zaman o daireden şöyle bir cevab alırlar ki: “Sizin münasebetiniz bizimle pek azdır ve dairemize kolay giremezsiniz. Çünki proğramımız budur ki: Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır ve vazifesi çok bir misafirdir ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye lâzım olan levazımatı tedarik etmekle mükelleftir. En ehemm ve en elzem işler, takdim edilecektir. Halbuki siz ekseriyet itibariyle şu fâni dünyayı bir makarr-ı ebedî nokta-i nazarında ve gaflet perdesi altında, dünyaperestlik hissiyle işlenmiş bir suret sizde görülüyor. Öyle ise, hakperestlik ve âhireti düşünmeklik esasları üzerine müesses olan ubudiyetten hisseniz pek azdır. Lâkin eğer kıymetdar bir ibadet olan sırf menfaat-ı ibadullah için ve menafi’-i umumiye ve istirahat-ı âmmeye ve hayat-ı içtimaiyenin kemaline hizmet eden ve elbette ekalliyet teşkil eden muhterem san’atkârlar ve mülhem keşşaflar, arkanızda ve içinizde varsa; o hassas zâtlara şu remz ve işarat-ı Kur’aniye -sa’ye teşvik ve san’atlarını takdir etmek için- elhak kâfi ve vâfidir.”
İkinci suale cevab:
Eğer desen: “Şimdi şu tahkikattan sonra şübhem kalmadı ve tasdik ettim ki; Kur’anda sair hakaikla beraber, medeniyet-i hazıranın hârikalarına ve belki daha ilerisine işaret ve remz vardır. Dünyevî ve uhrevî saadet-i beşere lâzım olan herşey, değeri nisbetinde içinde bulunur. Fakat niçin Kur’an, onları sarahatla zikretmiyor? Tâ, muannid kâfirler dahi tasdike mecbur olsunlar, kalbimiz de rahat olsun?
Elcevab:
Din bir imtihandır. Teklif-i İlahî bir tecrübedir. Tâ, ervah-ı âliye ile ervah-ı safile, müsabaka meydanında birbirinden ayrılsın. Nasılki bir madene ateş veriliyor; tâ elmasla kömür, altunla toprak birbirinden ayrılsın. Öyle de bu dâr-ı imtihanda olan teklifat-ı İlahiye bir ibtilâdır ve bir müsabakaya sevktir ki; istidad-ı beşer madeninde olan cevahir-i âliye ile mevadd-ı süfliye, birbirinden tefrik edilsin… Madem Kur’an, bu dâr-ı imtihanda bir tecrübe suretinde, bir müsabaka meydanında beşerin tekemmülü için nâzil olmuştur. Elbette şu dünyevî ve herkese görünecek umûr-u gaybiye-i istikbaliyeye yalnız işaret edecek ve hüccetini isbat edecek derecede akla kapı açacak. Eğer sarahaten zikretse, sırr-ı teklif bozulur. Âdeta gökyüzündeki yıldızlarla vazıhan “Lâ ilahe illallah” yazmak misillü bir bedahete girecek. O zaman herkes ister istemez tasdik edecek. Müsabaka olmaz, imtihan fevt olur. Kömür gibi bir ruh ile elmas gibi bir ruh
{(Haşiye): Ebu Cehil-i Laîn ile Ebu Bekir-i Sıddık müsavi görünecek. Sırr-ı teklif zayi’ olacak.}
beraber kalacaklar…
Elhasıl:
Kur’an-ı Hakîm, hakîmdir. Herşeye, kıymeti nisbetinde bir makam verir. İşte Kur’an, binüçyüz sene evvel, istikbalin zulümatında müstetir ve gaybî olan semerat ve terakkiyat-ı insaniyeyi görüyor ve gördüğümüzden ve göreceğimizden daha güzel bir surette gösterir. Demek Kur’an, öyle bir zâtın kelâmıdır ki; bütün zamanları ve içindeki bütün eşyayı bir anda görüyor.
İşte mu’cizat-ı Enbiya yüzünde parlayan bir lem’a-i i’caz-ı Kur’an…
اَللّٰهُمَّ فَهِّمْنَا اَسْرَارَ الْقُرْاٰنِ وَ وَفِّقْنَا لِخِدْمَتِهِ فِى كُلِّ اٰنٍ وَ زَمَانٍ
سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ
رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَٓا اِنْ نَس۪ينَٓا اَوْ اَخْطَاْنَا اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ وَ بَارِكْ وَ كَرِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا وَ مَوْلٰينَا مُحَمَّدٍ عَبْدِكَ
وَ نَبِيِّكَ وَ رَسُولِكَ النَّبِىِّ اْلاُمِّىِّ وَ عَلٰٓى اٰلِه۪ وَ اَصْحَابِه۪ وَ اَزْوَاجِه۪ وَ ذُرِّيَّاتِه۪ وَ عَلَى النَّبِيّ۪نَ وَ الْمُرْسَل۪ينَ وَ الْمَلٰٓئِكَةِ الْمُقَرَّب۪ينَ وَ الْاَوْلِيَٓاءِ وَ الصَّالِح۪ينَ ٭ اَفْضَلَ صَلَاةٍ وَ اَزْكٰى سَلَامٍ وَ اَنْمٰى بَرَكَاتٍ بِعَدَدِ سُوَرِ الْقُرْاٰنِ وَ اٰيَاتِه۪ وَ حُرُوفِه۪ وَ كَلِمَاتِه۪ وَ مَعَانِيه۪ وَ اِشَارَاتِه۪ وَ رُمُوزِه۪ وَ دَلَالَاتِه۪ وَاغْفِرْلَنَا وَارْحَمْنَا وَ الْطُفْ بِنَا يَٓا اِلٰهَنَا يَا خَالِقَنَا بِكُلِّ صَلَاةٍ مِنْهَا بِرَحْمَتِكَ يَٓا اَرْحَمَ الرَّاحِم۪ينَ ٭ وَ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ ٭ اٰم۪ينَ
************
Risale-i Nur Külliyatı’ndaki (Sözler, Yirminci Söz, İkinci Makam) “İki mühim suale karşı iki mühim cevab” mevzuunun geniş ve teferruatlı bir izahını, mevzuyla bağlantılı ayetler ve Kur’an-ı Kerim’deki bilimsel işaretlerin günümüzdeki ve gelecekteki tezahürleri…
Giriş: Kur’an’ın İ’cazı ve Medeniyet Hârikalarına Bakışı
İktibas edilen metin, Kur’an-ı Hakîm’in, beşerî medeniyetin hârikaları (teknolojik gelişmeler) karşısındaki vaziyetini ve üslûbundaki hikmeti izah eden derin bir tahlildir. Temel mesele, Kur’an’ın neden tayyare (uçak), tahtelbahir (denizaltı) veya elektrik gibi keşifleri sarahatle (açıkça) zikretmek yerine, onlara yalnız remz (sembol), îma (dolaylı anlatım) ve işaret (gösterme) ile iktifa ettiğidir.
Bu suallere verilen cevaplar, Kur’an’ın iki temel vazifesi ve dinin “sırr-ı imtihan” olması hakikatleri üzerine bina edilmiştir.
Birinci Cevabın Tahlili: Kur’an’ın Aslî Vazifesi
Metnin tahlil ettiği birinci cevap, Kur’an’ın aslî vazifesinin (esas görevinin) medeniyet dersi vermek değil, “Daire-i rububiyetin kemalât ve şuunatını” (Allah’ın terbiye ediciliğinin ve O’na mahsus hallerin mükemmelliğini) ve “daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvalini” (kulluk dairesinin vazifelerini ve hallerini) talim etmek olduğunu belirtir.
Beşerî hârikalar bu iki daireye nisbet edildiğinde, kıymetleri nisbetinde bir yer işgal ederler.
1. Daire-i Rububiyet (Rablığın Hâkimiyet Alanı) Açısından
Kur’an, kâinatın Hâlık’ının (Yaratıcısının) sonsuz kudretini, sanatını ve azametini tasvir eder. Bu dairede beşerî sanatlar, ilahî sanata nisbeten sönük kalır:
• Azamet-i Kudret: Metnin ifade ettiği gibi, beşerin tayyaresi, rububiyet dairesinin “tayyareleri” olan seyyarat (gezegenler), Arz ve Kamer yanında bir cirm (hacim) işgal etmez.
• San’at-ı İlahiyye: İnsanın elektrik lambaları, semayı ziynetlendiren şimşekler, şahablar ve yıldızlar yanında ışığı nisbetinde yer bulur.
• İ’câz-ı Hilkat (Yaratılıştaki Mucize): Metnin “bir tek sinek onlara ‘Susunuz’ diyecek” tespiti, beşerî teknolojinin, en basit bir canlının hilkatindeki (yaratılışındaki) nazenin cihazlar ve ince san’at kadar acib (şaşırtıcı) olamayacağını vurgular. Bu hakikate, metnin de iktibas ettiği şu ayet işaret eder:
$$ يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ ضُرِبَ مَثَلٌ فَاسْتَمِعُوا لَهُۜ اِنَّ الَّذ۪ينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَاباً وَلَوِ اجْتَمَعُوا لَهُۜ وَاِنْ يَسْلُبْهُمُ الذُّبَابُ شَيْـٔاً لَا يَسْتَنْقِذُوهُ مِنْهُۜ ضَعُفَ الطَّالِبُ وَالْمَطْلُوبُ$$
( Meali): “Ey insanlar! Size bir misal verilmekte; dinleyin onu: Allah’tan başka kendilerine yalvarıp yakardıklarınız var ya, hepsi bunun için bir araya gelseler bile bir sinek yaratamazlar! Hatta sinek onlardan bir şey kapsa, onu dahi ondan kurtaramazlar. İsteyen de âciz, kendinden istenen 2de!” (Hac, 22/73)
Ayrıca, Cenâb-ı Hakk’ın hilkatteki meydan okuması şu ayette de görülür:
$$ هٰذَا خَلْقُ اللّٰهِ فَاَرُون۪ي مَاذَا خَلَقَ الَّذ۪ينَ مِنْ دُونِه۪ۜ بَلِ الظَّالِمُونَ ف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍ$$
(Meali): “İşte bunlar Allah’ın yarattıklarıdır. Şimdi gösterin bana, O’ndan başkası ne yaratmış? Hayır, zalimler açık bir sapkınlık içindedirler.” (Lokman, 31/11)
2. Daire-i Ubudiyet (Kulluk Alanı) Açısından
Bu daire, insanın dünyadaki vazifesiyle ilgilidir. Metnin altını çizdiği üzere:
• Dünya Misafirhanedir: “Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır ve vazifesi çok bir misafirdir.” İnsanın aslî vazifesi, bu kısa hayatta “hayat-ı ebediyeye lâzım olan levazımatı tedarik etmektir.”
• Ehemmi Takdim (En Mühimi Öne Almak): Ubudiyet proğramı, en ehem (en mühim) ve en elzem (en lüzumlu) işlerin takdim edilmesini gerektirir.
• Gaflet Perdesi: Medeniyet hârikaları, “ekseriyet itibariyle” fâni dünyayı kalıcı bir yer (makarr-ı ebedî) zannetme gafleti ve dünyaperestlik (dünyaya tapma) hissiyle yapıldığından, ubudiyet dairesinden hisseleri azdır.
$$ اَلْمَالُ وَالْبَنُونَ ز۪ينَةُ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۚ وَالْبَاقِيَاتُ الصَّالِحَاتُ خَيْرٌ عِنْدَ رَبِّكَ ثَوَاباً وَخَيْرٌ اَمَلاً$$
(Meali): “Servet ve oğullar, dünya hayatının süsüdür; kalıcı olan iyi davranışlar ise rabbinin nezdinde hem sevapça daha hayırlı hem de ümit bağlamaya daha lâyıktır.” (Kehf, 18/46)
$$ بَلْ تُؤْثِرُونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَاۙ ﴿١٦﴾ وَالْاٰخِرَةُ خَيْرٌ وَاَبْقٰىۜ ﴿١٧﴾$$
(Meali): “Fakat siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa âhiret daha hayırlı ve süreklidir.” (A’lâ, 87/16-17)
• İstisna: Menfaat-ı Umumiye: Metin, mühim bir istisna koyar. Eğer bu sanatlar ve keşifler, “sırf menfaat-ı ibadullah” (Allah’ın kullarının faydası), “menafi’-i umumiye” (kamu yararı) ve “hayat-ı içtimaiyenin kemali” için yapılırsa, bu kıymetdar bir ibadet olur. İşte bu “muhterem san’atkârlar ve mülhem keşşaflar” (ilhamla bulan kaşifler) için Kur’an’daki ince remzler ve işaretler, onları “sa’ye teşvik ve san’atlarını takdir etmek için” kâfi ve vâfidir (yeterlidir).
İkinci Cevabın Tahlili: Sırr-ı İmtihan ve Teklifin Hikmeti
İkinci sual, “Madem bu işaretler var, neden kâfirleri dahi mecbur edecek bir sarahatle (açıklıkla) zikredilmedi?” üzerinedir. Cevap, dinin varoluş gayesi olan “imtihan” sırrına dayanır.
• Din Bir İmtihandır: “Din bir imtihandır. Teklif-i İlahî bir tecrübedir.” Bu imtihanın gayesi, “ervah-ı âliye ile ervah-ı safile”nin (yüce ruhlarla süflî ruhların) müsabaka meydanında ayrılmasıdır.
• Elmas ve Kömür Temsili: Metin, bu ayrışmayı madene ateş verilerek elmasla kömürün, altınla toprağın ayrılmasına benzetir. İnsandaki istidat madeninde bulunan “cevahir-i âliye” (yüce cevherler) ile “mevadd-ı süfliye” (aşağılık maddeler), İlahi teklifler ile tefrik edilir (ayrılır).
$$ اَلَّذ۪ي خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيٰوةَ لِيَبْلُوَكُمْ اَيُّكُمْ اَحْسَنُ عَمَلاًۜ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْغَفُورُۙ$$
(Meali): “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.” (Mülk, 67/2)
$$ كُلُّ نَفْسٍ ذَٓائِقَةُ الْمَوْتِۜ وَنَبْلُوكُمْ بِالشَّرِّ وَالْخَيْرِ فِتْنَةًۜ وَاِلَيْنَا تُرْجَعُونَ$$
(Meali): “Her can ölümü tadacaktır. Denemek için sizi kötü ve iyi durumlarla imtihan ederiz. Sonunda bize geleceksiniz.” (Enbiyâ, 21/35)
• Sırr-ı Teklifin Bozulması: Eğer Kur’an, istikbaldeki (gelecekteki) bu teknolojik veya gaybî hadiseleri sarahatle zikretseydi, “sırr-ı teklif bozulur.” Metnin tabiriyle, bu, gökyüzüne yıldızlarla apaçık “Lâ ilahe illallah” yazmak gibi bir “bedahete” (açıklığa) girerdi.
• İhtiyarın Zâil Olması: Bu durumda herkes (kâfirler dahil) ister istemez tasdik etmeye mecbur kalırdı. Akla kapı açılır ama irade ve ihtiyar elden alınırdı. Müsabaka (yarış) olmaz, imtihan fevt olur (kaybolur), “kömür gibi bir ruh ile elmas gibi bir ruh” (Haşiyede belirtildiği gibi Ebu Cehil ile Ebu Bekir-i Sıddîk) müsavi (eşit) görünürdü.
• Gaybın Perdelenmesi: Kur’an, akla kapı açar, hüccetini (delilini) isbat eder, fakat gaybı (bilinmeyeni) tamamen açmaz. Zira gaybın bilgisi yalnızca Allah katındadır ve O, bu sırları dilediği kadar ve dilediği elçisine açar; herkesin tasdike mecbur olacağı şekilde değil:
$$ عَالِمُ الْغَيْبِ فَلَا يُظْهِرُ عَلٰى غَيْبِه۪ٓ اَحَدًاۙ ﴿٢٦﴾ اِلَّا مَنِ ارْتَضٰى مِنْ رَسُولٍ فَاِنَّهُ يَسْلُكُ مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِه۪ رَصَدًاۙ ﴿٢٧﴾$$
(Meali): “O, gaybı bilendir. Hiç kimseye gaybını bildirmez. Ancak seçtiği resûl başka. (Ona bildirir.) FAKAT (o resûlün) önünden ve ardından gözcüler salar.” (Cin, 72/26-27)
Kur’an’daki Bilimsel İşaretler ve Tezahürleri
Sizin talebiniz doğrultusunda, Kur’an-ı Hakîm’in, aslî vazifesi olan hidayete hizmet etmekle beraber, i’cazının (mucizeliğinin) bir lem’ası olarak sunduğu bazı bilimsel işaretler (işârât-ı ilmiye) ve bunların günümüzdeki yansımaları:
Kur’an bir fen kitabı değildir; ancak fennin ve teknolojinin asırlar sonra ulaşacağı bazı hakikatlere 1400 sene evvel işaret etmesi, onun bütün zamanları bir anda gören bir Zât’ın (Celle Celâlühü) kelâmı olduğunu isbat eder.
1. Evrenin Genişlemesi (Zâriyât Suresi)
• Ayet:
$$ وَالسَّمَٓاءَ بَنَيْنَاهَا بِاَيْدٍ وَاِنَّا لَمُوسِعُونَ$$
(Meali): “Göğü kudretimizle biz kurduk ve şüphesiz biz onu genişletmekteyiz.” (Zâriyât, 51/47)
• İzah ve Tezahürü: Ayette geçen $لَمُوسِعُونَ$ (lemûsi’ûn) tabiri, “genişleticileriz” manasındadır. 20. yüzyılın başlarına (Edwin Hubble’ın keşiflerine) kadar kâinatın statik (durağan) olduğu zannediliyordu. Modern kozmoloji, evrenin durmaksızın genişlediği hakikati üzerine kuruludur. Kur’an’ın bu astrofiziksel hakikate o asırda sarih bir fiil ile işaret etmesi, açık bir i’cazdır.
2. Demirin “İndirilmesi” (Hadîd Suresi)
• Ayet:
$$ …وَاَنْزَلْنَا الْحَد۪يدَ ف۪يهِ بَأْسٌ شَد۪يدٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ…$$
(Meali): “…Biz, kendisinde çetin bir sertlik ve insanlar için (çeşitli) yararlar bulunan demiri de indirdik…” (Hadîd, 57/25)
• İzah ve Tezahürü: Ayette demir için “yarattık” (halaknâ) değil, “indirdik” (enzelnâ) fiilinin kullanılması çok manidardır. Modern astrofizik, demir ve daha ağır elementlerin teşekkülü için gereken devasa sıcaklık ve enerjinin (milyarlarca derece) dünyada ve hatta güneş sistemimizde mevcut olmadığını ortaya koymuştur. Demir, güneşten katbekat büyük yıldızların (Süpernovalar) merkezlerinde füzyonla “pişirilmiş” ve bu yıldızların patlamasıyla uzaya saçılarak “indirilmiştir”. Dünyamızdaki demir, bu semavî menşeden gelmektedir. Ayet, hem bu bilimsel gerçeğe hem de demirin “çetin sertlik” (silah sanayii, teknoloji) ve “menfaatler” (medeniyet, inşaat) cihetine işaret eder.
3. İnsanın Yaratılış Merhaleleri (Mü’minûn Suresi)
• Ayetler:
$$ وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ مِنْ سُلَالَةٍ مِنْ ط۪ينٍۚ ﴿١٢﴾ ثُمَّ جَعَلْنَاهُ نُطْفَةً ف۪ي قَرَارٍ مَك۪ينٍۖ ﴿١٣﴾ ثُمَّ خَلَقْنَا النُّطْفَةَ عَلَقَةً فَخَلَقْنَا الْعَلَقَةَ مُضْغَةً فَخَلَقْنَا الْمُضْغَةَ عِظَاماً فَكَسَوْنَا الْعِظَامَ لَحْماً ثُمَّ اَنْشَأْنَاهُ خَلْقاً اٰخَرَۜ فَتَبَارَكَ اللّٰهُ اَحْسَنُ الْخَالِق۪ينَۜ ﴿١٤﴾$$
(Meali): “Andolsun biz insanı, çamurdan (süzülmüş) bir özden yarattık. Sonra onu az bir su (nutfe) halinde sağlam bir karargâha (rahme) yerleştirdik. Sonra o nutfeyi alaka (asılan ve yapışan şey) yaptık. Peşinden, alakayı bir parçacık et (mudga) haline soktuk; bu bir parçacık eti kemiklere (iskelete) çevirdik; bu kemikleri etle kapladık. Sonra onu bambaşka bir yaratılışla (insan olarak) ortaya çıkardık. Yaratanların en güzeli olan Allah’ın şânı ne yücedir!” (Mü’minûn, 23/12-14)
• İzah ve Tezahürü: Modern embriyoloji ilminin ancak asrımızda mikroskop ve ileri teknoloji ile tasvir edebildiği ana rahmindeki yaratılış safhaları, Kur’an’da hayret verici bir isabetle sıralanmıştır:
• Nutfe: Döllenmiş yumurta (zigot).
• Alaka: Kelime manası “asılan, yapışan şey” ve “sülük” demektir. Embriyo, rahim duvarına tam bir sülük gibi yapışır ve oradan beslenir.
• Mudga: “Bir çiğnemlik et” manasındadır. Bu safhadaki embriyonun (somit evresi) görüntüsü, üzerinde diş izleri varmışçasına boğumlu bir yapıdadır.
• İskelet ve Et: Önce kemiklerin (kıkırdak yapı) teşekkül etmesi, ardından adale ve etin bu kemikleri giydirmesi sırası, modern embriyoloji ile tam mutabıktır.
Bu detaylı bilginin 1400 sene evvel bilinmesi imkânsızdır.
4. Denizlerin Birleşmemesi (Rahmân Suresi)
• Ayetler:
$$ مَرَجَ الْبَحْرَيْنِ يَلْتَقِيَانِۙ ﴿١٩﴾ بَيْنَهُمَا بَرْزَخٌ لَا يَبْغِيَانِۚ ﴿٢٠﴾$$
(Meali): “(Suları acı ve tatlı olan) iki denizi salıvermiştir; birbirine kavuşuyorlar. (Fakat) aralarında bir engel (berzah) vardır, birbirine karışmazlar.” (Rahmân, 55/19-20)
• İzah ve Tezahürü: Modern oşinografi (deniz bilimi), farklı yoğunluk, tuzluluk ve sıcaklıktaki denizlerin (mesela Cebelitarık Boğazı’nda Atlas Okyanusu ile Akdeniz’in veya nehirlerin denizlere döküldüğü yerlerin) buluştuğu noktada, aralarında “yüzey gerilimi” sebebiyle bir “berzah” (perde, engel) oluştuğunu ve sularının birbirine tam olarak karışmadığını tespit etmiştir. Gözle görülmeyen bu fizikî kanuna işaret edilmesi, Kur’an’ın ilahî menşeini gösteren bir başka remzidir.
Netice
İktibas edilen metnin ve tahlil edilen ayetlerin ışığında şu neticeye varılır:
Kur’an-ı Hakîm, ism-i Hakîm’in bir tecellisidir. Her şeye kıymeti nisbetinde makam verir. Onun aslî gayesi hidayettir. Beşerî medeniyetin hârikaları, hidayet ve ubudiyet dairesinde ancak bir hizmetkâr veya gaflet sebebi olabilirler. Eğer menfaat-ı umumiyeye hizmet ederlerse, Kur’an’ın onlara verdiği hafif işaretler ve remzler, ehl-i dikkati teşvik için kâfidir.
Eğer bu keşifler sarahatle zikredilseydi, dünyanın bir “dar-ı imtihan” (imtihan yurdu) ve “dar-ı teklif” (vazife yurdu) olma hikmeti zâyi olurdu. Kömür ruhlular ile elmas ruhluların tefriki mümkün olmaz, Ebu Cehil’in iradesi elinden alınır ve Ebu Bekir’in (r.a.) iradesiyle kazandığı yüksek makamın kıymeti kalmazdı.
Elhasıl; Kur’an, istikbalin zulümatındaki (karanlıklarındaki) beşerî terakkiyatı görmüş ve onlara, aslî maksadına zarar vermeyecek ve sırr-ı imtihanı bozmayacak bir derecede, lâtif bir üslûp ile işaret etmiştir.
Yirmialtıncı Söz
Kader Risalesi
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا عِنْدَنَا خَزَٓائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُٓ اِلَّا بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ ٭ وَ كُلَّ شَيْءٍ اَحْصَيْنَاهُ ف۪ٓى اِمَامٍ مُب۪ينٍ
[Kader ile cüz’-i ihtiyarî, iki mes’ele-i mühimmedir. Ona dair dört mebhas içinde birkaç sırlarını açmağa çalışacağız.]
BİRİNCİ MEBHAS:
Kader ve cüz’-i ihtiyarî, İslâmiyetin ve imanın nihayet hududunu gösteren, hâlî ve vicdanî bir imanın cüz’lerindendir. Yoksa ilmî ve nazarî değillerdir. Yani mü’min herşeyi, hattâ fiilini, nefsini Cenab-ı Hakk’a vere vere, tâ nihayette teklif ve mes’uliyetten kurtulmamak için “Cüz’-i ihtiyarî” önüne çıkıyor. Ona “Mes’ul ve mükellefsin” der. Sonra, ondan sudûr eden iyilikler ve kemalât ile mağrur olmamak için, “Kader” karşısına geliyor. Der: “Haddini bil, yapan sen değilsin.”
Evet kader, cüz’-i ihtiyarî; iman ve İslâmiyetin nihayet meratibinde.. kader, nefsi gururdan ve cüz’-i ihtiyarî, adem-i mes’uliyetten kurtarmak içindir ki, mesail-i imaniyeye girmişler. Yoksa mütemerrid nüfus-u emmarenin işledikleri seyyiatının mes’uliyetinden kendilerini kurtarmak için kadere yapışmak ve onlara in’am olunan mehasinle iftihar etmek, gururlanmak, cüz’-i ihtiyarîye istinad etmek; bütün bütün sırr-ı kadere ve hikmet-i cüz’-i ihtiyariyeye zıd bir harekete sebebiyet veren ilmî mes’eleler değildir.
Evet, manen terakki etmeyen avam içinde kaderin cây-ı istimali var. Fakat o da maziyat ve mesaibdedir ki, ye’sin ve hüznün ilâcıdır. Yoksa maasi ve istikbaliyatta değildir ki, sefahete ve atalete sebeb olsun.
Demek kader mes’elesi, teklif ve mes’uliyetten kurtarmak için değil, belki fahr ve gururdan kurtarmak içindir ki, imana girmiş. Cüz’-i ihtiyarî, seyyiata merci’ olmak içindir ki, akideye dâhil olmuş. Yoksa mehasine masdar olarak tefer’un etmek için değildir.
Evet Kur’anın dediği gibi, insan seyyiatından tamamen mes’uldür. Çünki seyyiatı isteyen odur. Seyyiat tahribat nev’inden olduğu için, insan bir seyyie ile çok tahribat yapabilir. Müdhiş bir cezaya kesb-i istihkak eder. Bir kibrit ile bir evi yakmak gibi. Fakat hasenatta iftihara hakkı yoktur. Onda onun hakkı pek azdır. Çünki hasenatı isteyen, iktiza eden rahmet-i İlahiye ve icad eden kudret-i Rabbaniyedir. Sual ve cevab, dâî ve sebeb, ikisi de Hak’tandır. İnsan yalnız dua ile, iman ile, şuur ile, rıza ile onlara sahib olur. Fakat seyyiatı isteyen, nefs-i insaniyedir (ya istidad ile, ya ihtiyar ile). Nasılki beyaz, güzel güneşin ziyasından bazı maddeler siyahlık ve taaffün alır. O siyahlık, onun istidadına aittir. Fakat o seyyiatı, çok mesalihi tazammun eden bir kanun-u İlahî ile icad eden yine Hak’tır. Demek sebebiyet ve sual nefistendir ki, mes’uliyeti o çeker. Hakk’a ait olan halk ve icad ise, daha başka güzel netice ve meyveleri olduğu için güzeldir, hayırdır. İşte şu sırdandır ki: Kesb-i şer, şerdir; halk-ı şer, şer değildir. Nasılki pekçok mesalihi tazammun eden bir yağmurdan zarar gören tenbel bir adam diyemez: “Yağmur rahmet değil.” Evet halk ve icadda bir şerr-i cüz’î ile beraber hayr-ı kesîr vardır. Bir şerr-i cüz’î için hayr-ı kesîri terketmek, şerr-i kesîr olur. Onun için o şerr-i cüz’î, hayır hükmüne geçer. İcad-ı İlahîde şer ve çirkinlik yoktur. Belki, abdin kesbine ve istidadına aittir.
Hem nasıl kader-i İlahî, netice ve meyveler itibariyle şerden ve çirkinlikten münezzehtir. Öyle de: İllet ve sebeb itibariyle dahi, zulümden ve kubuhtan mukaddestir. Çünki kader, hakikî illetlere bakar, adalet eder. İnsanlar zahirî gördükleri illetlere, hükümlerini bina eder; kaderin aynı adaletinde zulme düşerler. Meselâ: Hâkim seni sirkatle mahkûm edip hapsetti. Halbuki sen sârık değilsin. Fakat kimse bilmez gizli bir katlin var. İşte kader-i İlahî dahi seni o hapisle mahkûm etmiş. Fakat kader, o gizli katlin için mahkûm edip adalet etmiş. Hâkim ise, sen ondan masum olduğun sirkate binaen mahkûm ettiği için zulmetmiştir. İşte şey-i vâhidde iki cihetle kader ve icad-ı İlahînin adaleti ve insan kesbinin zulmü göründüğü gibi, başka şeyleri buna kıyas et. Demek kader ve icad-ı İlahî; mebde’ ve münteha, asıl ve fer’, illet ve neticeler itibariyle şerden ve kubuhtan ve zulümden münezzehtir.
Eğer denilse:
“Madem cüz’-i ihtiyarînin icada kabiliyeti yok. Bir emr-i itibarî hükmünde olan kesbden başka insanın elinde birşey bulunmuyor. Nasıl oluyor ki, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’da, Hâlık-ı Semavat ve Arz’a karşı, insana âsi ve düşman vaziyeti verilmiş. Hâlık-ı Arz ve Semavat, ondan azîm şikayetler ediyor. O âsi insana karşı abd-i mü’mine yardım için kendini ve melaikesini tahşid ediyor. Ona azîm bir ehemmiyet veriyor.”
Elcevab:
Çünki küfür ve isyan ve seyyie, tahribdir, ademdir. Halbuki azîm tahribat ve hadsiz ademler, bir tek emr-i itibarîye ve ademîye terettüb edebilir. Nasılki bir azîm sefinenin dümencisi, vazifesinin adem-i îfasıyla, sefine gark olup bütün hademelerin netice-i sa’yleri ibtal olur. Bütün o tahribat, bir ademe terettüb ediyor. Öyle de: Küfür ve masiyet, adem ve tahrib nev’inden olduğu için, cüz’-i ihtiyarî bir emr-i itibarî ile onları tahrik edip müdhiş netaice sebebiyet verebilir. Zira küfür, çendan bir seyyiedir. Fakat, bütün kâinatı kıymetsizlikle ve abesiyetle tahkir ve delail-i vahdaniyeti gösteren bütün mevcudatı tekzib ve bütün tecelliyat-ı esmayı tezyif olduğundan, bütün kâinat ve mevcudat ve esma-i İlahiye namına Cenab-ı Hak kâfirden şedid şikayet ve dehşetli tehdidat etmek; ayn-ı hikmettir ve ebedî azab vermek, ayn-ı adalettir. Madem insan, küfür ve isyanla tahribat tarafına gidiyor. Az bir hizmetle pek çok işleri yapar. Onun için ehl-i iman, onlara karşı Cenab-ı Hakk’ın inayet-i azîmine muhtaçtır. Çünki on kuvvetli adam, bir evin muhafazasını ve tamiratını deruhde etse, haylaz bir çocuğun o haneye ateş vermeğe çalışmasına karşı, o çocuğun velisine, belki padişahına müracaata, yalvarmağa mecbur olması gibi; mü’minlerin de, böyle edebsiz ehl-i isyana karşı dayanmak için Cenab-ı Hakk’ın çok inayatına muhtaçtırlar.
Elhasıl:
Eğer kader ve cüz’-i ihtiyarîden bahseden adam, ehl-i huzur ve kemal-i iman sahibi ise, kâinatı ve nefsini Cenab-ı Hakk’a verir, onun tasarrufunda bilir. O vakit hakkı var, kaderden ve cüz’-i ihtiyarîden bahsetsin. Çünki madem nefsini ve herşeyi Cenab-ı Hak’tan bilir, o vakit cüz’-i ihtiyarîye istinad ederek mes’uliyeti deruhde eder. Seyyiata merciiyeti kabul edip, Rabbini takdis eder. Daire-i ubudiyette kalıp, teklif-i İlahiyeyi zimmetine alır. Hem kendinden sudûr eden kemalât ve hasenat ile gururlanmamak için kadere bakar, fahr yerine şükreder. Başına gelen musibetlerde kaderi görür, sabreder. Eğer kader ve cüz’-i ihtiyarîden bahseden adam, ehl-i gaflet ise; o vakit kaderden ve cüz’-i ihtiyarîden bahse hakkı yoktur. Çünki nefs-i emmaresi, gaflet veya dalalet saikasıyla kâinatı esbaba verip, Allah’ın malını onlara taksim eder, kendini de kendine temlik eder. Fiilini kendine ve esbaba verir. Mes’uliyeti ve kusuru kadere havale eder. O vakit, nihayette Cenab-ı Hakk’a verilecek olan cüz’-i ihtiyarî ve en nihayette medar-ı nazar olacak olan kader bahsi manasızdır. Yalnız, bütün bütün onların hikmetine zıd ve mes’uliyetten kurtulmak için bir desise-i nefsiyedir.
************
Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yirminci Söz olan Kader Risalesi’nin Birinci Mebhas’ı, imanî mevzuların en mühim ve en hassas noktalarından ikisini, yani “Kader” ve “Cüz’-i İhtiyarî”yi (irade-i cüziyye) tahlil etmektedir.
Yirmialtıncı Söz: Kader Risalesi (Birinci Mebhas) İzahı
Metnin başında zikredilen ayet-i kerimeler, mevzunun temelini teşkil eder:
• Hicr Sûresi, 15:21
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا عِنْدَنَا خzâٓائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُٓ اِلَّا بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ
Meali : “Hiçbir şey yoktur ki, hazineleri yanımızda olmasın. Biz onu ancak belli bir ölçüye göre indiririz.”
• İzahı: Bu ayet, kâinattaki her şeyin (rızık, hayat, ilim, suret vb.) aslî kaynağının, “hazineler” olarak tabir edilen Cenâb-ı Hakk’ın ilm-i ezelîsi ve kudret-i mutlakası olduğunu beyan eder. Mânevî ve maddî her ne varsa, O’nun ilminde takdir edilmiş ve O’nun kudretiyle varlık sahasına çıkmaktadır. “Belli bir ölçüye göre indirilmesi” ise, doğrudan doğruya “Kader”in tarifidir. Her şey, bir mizan (ölçü) ve intizam ile, hikmetle tayin edilmiş bir miktarda ve zamanda vücuda gelir.
• Yâsîn Sûresi, 36:12
…وَ كُلَّ شَيْءٍ اَحْصَيْنَاهُ ف۪ٓى اِمَامٍ مُب۪ينٍ
Meali : “…Biz, her şeyi apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfûz’da) sayıp yazmışızdır.”
• İzahı: Bu ayet ise, Kader’in “yazgı” cihetine ve Cenâb-ı Hakk’ın ilminin her şeyi ihata ettiğine (kuşattığına) işaret eder. “İmâm-ı Mübîn” (Apaçık Kitap), yani Levh-i Mahfûz, olmuş ve olacak her şeyin, zerrelerden galaksilere kadar bütün hadisatın, Allah’ın ezelî ilminde malum ve kayıtlı olduğunu gösterir.
Bu iki ayet, Kader’in hem “ölçü ve miktar” (takdir) hem de “ilim ve kayıt” (yazgı) manalarını cem ederek mebhasın zeminini hazırlar.
Mebhasın Tahlili: Kader ve Cüz’-i İhtiyarî’nin Hikmet-i Varlığı
Risale-i Nur’da izah edilen bu mühim mebhas, Kader ve Cüz’-i İhtiyarî’nin niçin iman esaslarına dahil edildiğini, bunların ilmî ve nazarî (teorik) birer meseleden ziyade, hâlî ve vicdanî (tecrübî ve derûnî) birer iman cüz’ü olduğunu beyan eder.
Müellif, bu iki rüknün (temel direğin), mü’minin mânevî seyrinde iki zıt istikametteki tehlikeyi bertaraf etmek için “hudut” (sınır) vazifesi gördüğünü belirtir:
1. Cüz’-i İhtiyarî: Mes’uliyetin Dayanağı
Mü’min, kâinata baktığında her fiilin, her varlığın hakikî sahibinin Cenâb-ı Hak olduğunu idrak eder. Tevhidin (Allah’ı birlemenin) gereği olarak, kendi fiillerini ve hatta kendi nefsini (varlığını) dahi O’na teslim eder. Bu teslimiyetin nihayetinde, insan “Cebriye” mezhebinin düştüğü hataya, yani “Ben bir rüzgâr önündeki yaprak gibiyim, hiçbir iradem yok, dolayısıyla hiçbir şeyden mes’ul değilim” deme tehlikesiyle karşı karşıya kalır.
• Metnin Tespiti: “…tâ nihayette teklif ve mes’uliyetten kurtulmamak için ‘Cüz’-i ihtiyarî’ önüne çıkıyor. Ona ‘Mes’ul ve mükellefsin’ der.”
Tam bu noktada, imanî bir esas olan “Cüz’-i İhtiyarî” (insana verilen cüz’î irade, seçme kabiliyeti) devreye girer. Bu irade, insanın teklif (emir ve yasaklarla yükümlü olma) ve mes’uliyet sahibi bir varlık olmasının temelidir. İnsanın iradesi, fiilin yaratıcısı (hâlıkı) değildir, ancak o fiile “sebebiyet” veren, onu “isteyen” (talep eden) veya ona “kesb” (yönelme) ile sahip çıkan bir mercidir.
• Ayet ile Bağlantısı (Mes’uliyet):
لَا يُكَلِّفُ اللّٰهُ نَفْساً اِلَّا وُسْعَهَاۜ لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْ…
Meali ( – Bakara 2:286): “Allah, bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar. Onun kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır…”
Bu ayet, “kesb” (kazanma) fiilini doğrudan insana isnat ederek, iradenin ve dolayısıyla mes’uliyetin varlığını ispat eder.
2. Kader: Gurur ve Kibrin Tedavisi
Mü’min, Cüz’-i İhtiyarî’si ile yaptığı amellere, hayırlara ve muvaffakiyetlere baktığında ise ikinci bir tehlike ile karşılaşır: Gurur (Mağrur olma) ve Fahr (Övünme). Ene (benlik) devreye girer; “Ben yaptım, ben başardım, bu kemalât (olgunluklar) benden kaynaklandı” diyerek nefsini firavunlaştırır.
• Metnin Tespiti: “Sonra, ondan sudûr eden iyilikler ve kemalât ile mağrur olmamak için, ‘Kader’ karşısına geliyor. Der: ‘Haddini bil, yapan sen değilsin.'”
Tam bu noktada, imanî bir esas olan “Kader” devreye girer. Kader, insana der ki: “Senin başarın, senin o fiili işlemen için gerekli olan bütün şartların, bütün sebeplerin (akıl, sağlık, imkân, muvaffakiyet) yaratıcısı Allah’tır. Senin cüz’î iraden o işe sadece bir ‘suâl’ (istek) veya ‘dua’ hükmündedir. Asıl icad eden (yaratan) ve o hayrı sana ihsan eden O’dur. Öyleyse fahr etme (övünme), şükret.”
• Ayet ile Bağlantısı (Gururun Kırılması):
مَآ اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِۖ وَمَآ اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ…
Meali (- Nisâ 4:79): “Sana ne iyilik gelirse Allah’tandır. Sana ne kötülük gelirse kendindendir…”
Bu ayet, hayrın ve hasenatın (iyiliklerin) yaratılma cihetini Allah’a, şerrin ve seyyiatın (kötülüklerin) ise “kesb” (istemek, yönelmek) cihetini nefse vererek, gururun önünü keser ve mes’uliyeti zimmete alır.
Özetle İki Esasın Vazifesi:
• Cüz’-i İhtiyarî: İnsanın, işlediği seyyiat (kötülükler) ve maasi (günahlar) için mes’uliyeti üstlenmesini, “Kaderim böyleymiş” diyerek tembelliğe ve sefahete düşmemesini temin eder.
• Kader: İnsanın, nail olduğu mehasin (güzellikler) ve hasenat (iyilikler) ile gururlanmamasını, “Ben yaptım” dememesini temin eder.
Müellif, Kader’in maziyat (geçmişte kalanlar) ve mesaib (musibetler) için bir teselli kaynağı olduğunu; Cüz’-i İhtiyarî’nin ise istikbaliyat (gelecekte yapılacaklar) ve maasi (günahlar) için bir mes’uliyet temeli olduğunu vurgular.
Şerrin Halkı (Yaratılışı) ve Kesb-i Şer (Şerri İstemek)
Metin, “Kesb-i şer, şerdir; halk-ı şer, şer değildir” kaidesini izah eder. Bu, Kader bahsinin en girift noktalarından biridir: “Madem Allah her şeyin yaratıcısıdır, öyleyse kötülükleri (şerri) niçin yaratıyor?”
• İzahı:
• Seyyiat (Kötülükler) Tahribattır: Metin, kötülüğün “tahribat” (yıkım) ve “adem” (yokluk, olumsuzluk) nev’inden olduğunu belirtir. Bir evi yapmak için binlerce şartın (malzeme, usta, ilim, kudret) bir araya gelmesi gerekir (bu hayırdır ve icaddır). Ancak o evi yıkmak için bir kibrit (cüz’î bir fiil) yeterlidir.
• Kesb (İstemek) ve Halk (Yaratmak): İnsan, cüz’î iradesiyle seyyiatı (kötülüğü) ister, talep eder. Bu “istemek” fiili, o tahribatın sebebi olur. Bu sebeple insan mes’uldür.
• Allah’ın Yaratması (Halk-ı Şer): Cenâb-ı Hak ise o fiili yaratır. Fakat Allah’ın yaratması, sadece o cüz’î şerre (kötülüğe) münhasır değildir. O fiilin yaratılması, küllî bir kanunun (genel bir yasanın) tatbikidir.
• Metnin Tespiti: “Fakat o seyyiatı, çok mesalihi tazammun eden (içinde barındıran) bir kanun-u İlahî ile icad eden yine Hak’tır.”
• Misal (Yağmur): Yağmurun yağması fiili, “halk”tır (yaratmadır) ve bizâtihî (kendi başına) hayırdır, rahmettir. Zira neticesinde binlerce hayır (bitkilerin yeşermesi, hayatın devamı) vardır. Ancak tedbirsizliği yüzünden evini sel basan tembel bir adam, bu cüz’î (kısmî) zarar sebebiyle “Yağmur rahmet değildir” diyemez. Onun tembelliği “kesb-i şer”dir; yağmurun yağması ise “halk-ı hayr”dır (veya neticeleri itibariyle hayır olan bir fiildir).
• Netice: Bir fiilin yaratılmasında (icadında) binlerce hayırlı netice varken, sadece bir cüz’î şer (kötülük) sebebiyle o fiilin yaratılmaması, “hayr-ı kesîri (çok hayrı) terk etmek” olur ki, bu da “şerr-i kesîr” (çok şer) olur. Bu sebeple, Allah’ın şerri (kötülüğü) yaratması, küllî kanunlar ve büyük hayırlar murad edildiği için, bizâtihî güzeldir ve şer değildir. Şer olan, insanın o fiili iradesiyle istemesi ve sebebiyet vermesidir.
• Ayet ile Bağlantısı (İmtihan ve Hayr):
وَنَبْلُوكُمْ بِالشَّرِّ وَالْخَيْرِ فِتْنَةًۜ وَاِلَيْنَا تُرْجَعُونَ
Meali (- Enbiyâ 21:35): “…(İyilik ve kötülükle) sizi bir imtihan olarak deneriz. Siz ancak bize döndürüleceksiniz.”
Bu ayet, hem hayrın hem de şerrin yaratılmasının “fitne” yani imtihan için olduğunu gösterir. İmtihanın varlığı ise küllî bir hayırdır, zira insanın mânevî terakkisine (yükselişine) vesiledir.
Kaderin Adaleti ve Zahirî Sebepler
Mebhas, Kader’in “illet ve sebeb itibariyle” de zulümden münezzeh (uzak) olduğunu beyan eder.
• İzahı: Kader, hükmünü verirken hakikî illetlere (gerçek sebeplere) bakar ve adalet eder. İnsanlar ise zahirî illetlere (görünen sebeplere) bakarak hüküm verir ve bazen zulmederler.
• Misal (Hâkim ve Hırsız): Bir hâkim, sizi hırsızlık (sirkat) ithamıyla, (aslında masum olmanıza rağmen) hapse mahkûm eder. Bu, zahirî sebeplere bakan hâkimin zulmüdür. Fakat sizin kimsenin bilmediği gizli bir katliniz vardır. Kader-i İlahî de sizi o hapisle mahkûm etmiştir; ancak Kader, sizin gizli katlinize binaen hükmettiği için adalet etmiştir.
• Netice: Aynı hadisede (hapis), insan hükmü zulüm iken, Kader’in hükmü adalettir. Demek ki Kader, hem sebep (mebde’) hem de netice (münteha) itibariyle çirkinlikten ve zulümden mukaddestir.
Cüz’-i İhtiyarî’nin Tesiri ve Küfrün Azameti
Mebhas, en mühim suallerden birine cevap verir: “Madem cüz’-i ihtiyarînin icad kabiliyeti yok, sadece itibârî (varsayımsal) bir ‘kesb’dir (yönelmedir); nasıl oluyor da Kur’an, bu basit irade yüzünden insanı Allah’a âsi ve düşman ilan ediyor, ona bu kadar büyük bir ehemmiyet veriyor?”
• Cevap: Çünkü küfür, isyan ve seyyie (kötülük), metnin başında belirtildiği gibi, tahribattır ve ademdir (yokluktur). Tahribat için büyük bir kudret gerekmez.
• Misal (Gemi): Bir geminin (sefine) kaptanı, cüz’î bir hareketle (dümene müdahale etmemek gibi ademî -olumsuz- bir fiil ile) geminin batmasına sebep olur. Geminin batmasıyla, o gemideki bütün mürettebatın sa’y ve gayretleri (binlerce olumlu fiil) heba olur. Bütün bu azîm tahribat, tek bir ademî (yapmama) fiiline terettüp eder (dayanır).
• Küfrün Mahiyeti: Küfür (inkâr) de böyledir. O, sadece basit bir olumsuzlama değildir. Bilakis:
• Bütün kâinatı (Allah’ın sanatı olarak) kıymetsizlikle ve abesiyetle (anlamsızlıkla) tahkir eder (aşağılar).
• Vahdaniyete (Allah’ın birliğine) delil olan bütün mevcudatı tekzib eder (yalanlar).
• Allah’ın bütün Esmâ-i Hüsnâ’sının tecellilerini (görünümlerini) tezyif eder (küçümser).
• Netice: Küfür, böyle azîm bir tahribat olduğu için, Cenâb-ı Hak, bütün kâinat ve Esmâ’sı namına kâfirden şedid (şiddetli) şikayet etmekte ve onu ebedî azapla tehdit etmektedir. Bu, ayn-ı hikmet ve ayn-ı adalettir.
Hülâsa (Özet) ve Kimin Bahsetme Hakkı Vardır?
Mebhas, bu iki mefhumdan kimin, ne zaman bahsetmesi gerektiğini belirterek son bulur:
• Ehl-i Huzur ve Kemal-i İman Sahibi:
• Bu kimse, nefsini ve kâinatı zaten Allah’a teslim etmiştir (Tevhid sahibidir).
• Cüz’-i İhtiyarî’ye bakar: “Seyyiat (kötülük) bendendir” der, mes’uliyeti üstlenir ve Rabbini her türlü noksanlıktan takdis (tenzih) eder.
• Kader’e bakar: “Hasenat (iyilikler) O’ndandır” der, gurur ve fahr (övünme) yerine şükreder. Musibetlerde Kader’i görür, sabreder.
• Netice: Bu kişi için Kader ve Cüz’-i İhtiyarî, imanın kemaline hizmet eden iki hakikattir.
• Ehl-i Gaflet (Gaflette Olan):
• Bu kimse, kâinatı sebeplere (esbaba) ve nefsini kendine mal etmiştir (Gaflettedir).
• Cüz’-i İhtiyarî’ye bakar: İyilikleri kendine isnat eder (“Ben yaptım”).
• Kader’e bakar: Kötülükleri ve mes’uliyeti Kadere havale eder (“Kaderim böyleymiş, ne yapayım?”).
• Netice: Bu kişi için Kader ve Cüz’-i İhtiyarî’den bahsetmek, sadece mes’uliyetten kaçmak ve gururlanmak için bir “desise-i nefsiye”den (nefsin hilesinden) ibarettir ve bütün hikmetine zıttır.
İKİNCİ MEBHAS:
Ehl-i ilme mahsus,
{(Haşiye): Bu ikinci mebhas, en derin ve en müşkil bir sırr-ı kader mes’elesidir. Bütün ülema-i muhakkikînce en ehemmiyetli ve münazaralı bir mes’ele-i akaid-i Kelâmiyedir. Risale-i Nur tam halletmiş.}
ince bir tedkik-i ilmîdir.
Eğer desen: “Kader ile cüz’-i ihtiyarî, nasıl tevfik edilebilir?”
Elcevab: Yedi vecihle…
Birincisi:
Elbette kâinatın intizam ve mizan lisanıyla hikmet ve adaletine şehadet ettiği bir Âdil-i Hakîm, insan için medar-ı sevab ve ikab olacak, mahiyeti meçhul bir cüz’-i ihtiyarî vermiştir. O Âdil-i Hakîm’in pek çok hikmetini bilmediğimiz gibi, şu cüz’-i ihtiyarînin kaderle nasıl tevfik edildiğini bilmediğimiz, olmamasına delalet etmez.
İkincisi:
Bizzarure herkes kendisinde bir ihtiyar hisseder. O ihtiyarın vücudunu vicdanen bilir. Mevcudatın mahiyetini bilmek ayrıdır, vücudunu bilmek ayrıdır. Çok şeyler var; vücudu bizce bedihî olduğu halde, mahiyeti bizce meçhul… İşte şu cüz’-i ihtiyarî, öyleler sırasına girebilir. Herşey, malûmatımıza münhasır değildir. Adem-i ilmimiz, onun ademine delalet etmez.
Üçüncüsü:
Cüz’-i ihtiyarî, kadere münafî değil. Belki kader, ihtiyarı teyid eder. Çünki kader, ilm-i İlahînin bir nev’idir. İlm-i İlahî, ihtiyarımıza taalluk etmiş. Öyle ise, ihtiyarı teyid ediyor, ibtal etmiyor.
Dördüncüsü:
Kader, ilim nev’indendir. İlim, malûma tâbidir. Yani nasıl olacak, öyle taalluk ediyor. Yoksa malûm, ilme tâbi değil. Yani ilim desâtiri; malûmu, haricî vücud noktasında idare etmek için esas değil. Çünki malûmun zâtı ve vücud-u haricîsi, iradeye bakar ve kudrete istinad eder. Hem ezel; mazi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki ezel; mazi ve hal ve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misaldir. Öyle ise, daire-i mümkinat içinde uzanıp giden zamanın mazi tarafında bir uç tahayyül edip, ona ezel deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertib ile girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhakeme etmek hakikat değildir.
Şu sırrın keşfi için şu misale bak: Senin elinde bir âyine bulunsa, sağ tarafındaki mesafe mazi, sol tarafındaki mesafe müstakbel farzedilse; o âyine yalnız mukabilini tutar. Sonra o iki tarafı bir tertib ile tutar, çoğunu tutamaz. O âyine ne kadar aşağı ise, o kadar az görür. Fakat o âyine ile yükseğe çıktıkça, o âyinenin mukabil dairesi genişlenir. Gitgide, bütün iki taraf mesafeyi birden bir anda tutar. İşte şu âyine şu vaziyette onun irtisamında, o mesafelerde cereyan eden hâlât birbirine mukaddem, muahhar, muvafık, muhalif denilmez. İşte kader, ilm-i ezelîden olduğu için; ilm-i ezelî, hadîsin tabiriyle “Manzar-ı a’lâdan, ezelden ebede kadar herşey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihata eder bir makam-ı a’lâdadır.” Biz ve muhakematımız, onun haricinde olamaz ki, mazi mesafesinde bir âyine tarzında olsun.
Beşincisi:
Kader, sebeble müsebbebe bir taalluku var. Yani, şu müsebbeb, şu sebeble vukua gelecek. Öyle ise denilmesin ki: “Madem filan adamın ölmesi, filan vakitte mukadderdir. Cüz’-i ihtiyarıyla tüfek atan adamın ne kabahati var, atmasaydı yine ölecekti?”
Sual: Niçin denilmesin?
Elcevab: Çünki kader, onun ölmesini onun tüfeğiyle tayin etmiştir. Eğer onun tüfek atmamasını farzetsen, o vakit kaderin adem-i taallukunu farzediyorsun. O vakit ölmesini ne ile hükmedeceksin? Ya Cebrî gibi sebebe ayrı, müsebbebe ayrı birer kader tasavvur etsen veyahut Mu’tezile gibi kaderi inkâr etsen, Ehl-i Sünnet ve Cemaati bırakıp fırka-i dâlleye girersin. Öyle ise, biz ehl-i hak deriz ki: “Tüfek atmasaydı, ölmesi bizce meçhul.” Cebrî der: “Atmasaydı yine ölecekti.” Mu’tezile der: “Atmasaydı ölmeyecekti.”
Altıncısı:
{(Haşiye): Gayet müdakkik âlimlere mahsus bir hakikattır.}
Cüz’-i ihtiyarînin üss-ül esası olan meyelan, Matüridîce bir emr-i itibarîdir, abde verilebilir. Fakat Eş’arî, ona mevcud nazarıyla baktığı için abde vermemiş. Fakat o meyelandaki tasarruf, Eş’ariyece bir emr-i itibarîdir. Öyle ise o meyelan, o tasarruf, bir emr-i nisbîdir. Muhakkak bir vücud-u haricîsi yoktur. Emr-i itibarî ise, illet-i tâmme istemez ki; illet-i tâmme vücudu için lüzum ve zaruret ve vücub ortaya girip ihtiyarı ref’etsin. Belki o emr-i itibarînin illeti, bir rüchaniyet derecesinde bir vaziyet alsa, o emr-i itibarî sübut bulabilir. Öyle ise o anda onu terkedebilir. Kur’an ona o anda diyebilir ki: “Şu şerdir, yapma.”
Evet eğer abd hâlık-ı ef’ali bulunsaydı ve icada iktidarı olsaydı, o vakit ihtiyarı ref’ olurdu. Çünki ilm-i usûl ve hikmette
مَا لَمْ يَجِبْ لَمْ يُوجَدْ
kaidesince mukarrerdir ki: “Bir şey vâcib olmazsa, vücuda gelmez.” Yani, illet-i tâmme bulunacak; sonra vücuda gelebilir. İllet-i tâmme ise; ma’lulü, bizzarure ve bilvücub iktiza ediyor. O vakit ihtiyar kalmaz.
Eğer desen: Tercih bilâ müreccih muhaldir. Halbuki, o emr-i itibarî dediğimiz kesb-i insanî; bazan yapmak ve bazan yapmamak; eğer mûcib bir müreccih bulunmazsa tercih bilâ müreccih lâzım gelir. Şu ise, usûl-ü kelâmiyenin en mühim bir esasını hedmeder?
Elcevab: Tereccuh bilâ müreccih muhaldir.
{(Haşiye): Tereccuh ayrıdır, tercih ayrıdır, çok fark var.}
Yani: Müreccihsiz, sebebsiz rüchaniyet muhaldir. Yoksa, tercih bilâ müreccih caizdir ve vaki’dir. İrade bir sıfattır; onun şe’ni, böyle bir işi görmektir.
Eğer desen: Madem katli halkeden Hak’tır. Niçin bana katil denilir?
Elcevab: Çünki İlm-i Sarf kaidesince ism-i fâil, bir emr-i nisbî olan masdardan müştaktır. Yoksa bir emr-i sabit olan hasıl-ı bilmasdardan inşikak etmez. Masdar kesbimizdir, katil ünvanını da biz alırız. Hasıl-ı bilmasdar, Hakk’ın mahlukudur. Mes’uliyeti işmam eden birşey, hasıl-ı bilmasdardan müştak kılınmaz.
Yedincisi:
İrade-i cüz’iye-i insaniye ve cüz’-i ihtiyariyesi çendan zaîftir, bir emr-i itibarîdir, fakat Cenab-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, o zaîf cüz’î iradeyi, irade-i külliyesinin taallukuna bir şart-ı âdi yapmıştır. Yani manen der: “Ey abdim! İhtiyarınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise mes’uliyet sana aittir!” Teşbihte hata olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu omuzuna alsan, onu muhayyer bırakıp “Nereyi istersen seni oraya götüreceğim” desen, o çocuk yüksek bir dağı istedi, götürdün. Çocuk üşüdü yahut düştü. Elbette “Sen istedin” diyerek itab edip üstünde bir tokat vuracaksın. İşte Cenab-ı Hak, Ahkem-ül Hâkimîn, nihayet za’fta olan abdin iradesini bir şart-ı âdi yapıp, irade-i külliyesi ona nazar eder.
Elhasıl:
Ey insan! Senin elinde gayet zaîf, fakat seyyiatta ve tahribatta eli gayet uzun ve hasenatta eli gayet kısa, cüz’-i ihtiyarî namında bir iraden var. O iradenin bir eline duayı ver ki, silsile-i hasenatın bir meyvesi olan Cennet’e eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i ebediyeye eli uzansın. Diğer eline istiğfarı ver ki, onun eli seyyiattan kısalsın ve o şecere-i mel’unenin bir meyvesi olan Zakkum-u Cehennem’e yetişmesin. Demek dua ve tevekkül, meyelan-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi; istiğfar ve tövbe dahi, meyelan-ı şerri keser, tecavüzatını kırar.
***********
Risale-i Nur Külliyatı’ndan Kader Risalesi’nin (Yirmi Altıncı Söz) “İkinci Mebhas”ı, Kelâm ilminin en derin ve en mühim meselelerinden biri olan Kader ve Cüz’-i İhtiyarî (insan iradesi) arasındaki tevafuku, yani uyumu yedi vecih (yön/delil) ile tasvir etmektedir.
Bu mühim mebhasın, Kur’an-ı Kerim ayetleri ve o ayetlerin işaret ettiği müradif manalar (tevhid, adalet, ilim ve irade-i İlahî) çerçevesinde geniş ve detaylı bir izahı…
İkinci Mebhas’ın Tahlili: Kader ve Cüz’-i İhtiyarî Tevfiki
Metnin gayesi, “Kader varsa, insanın iradesi (cüz’-i ihtiyarî) nasıl olur?” sualine cevap vermektir. Bu iki hakikatin birbirine zıt veya aykırı olmadığını, bilakis birbirini teyid ettiğini (doğruladığını) isbat etmektir.
Birinci Vecih: Adalet-i İlahiye ve Mahiyetin Meçhuliyeti
• İzahı: Kâinatın tamamı, bir intizam ve mizan (ölçü) lisanıyla Allah’ın Âdil-i Hakîm (adaleti ve hikmeti sonsuz) olduğuna şehadet eder. Böyle bir Zat, insana sevap (mükâfat) ve ikab (ceza) için bir dayanak noktası olmak üzere, mahiyetini (yapısını) tam olarak bilmesek de varlığını kabul ettiğimiz bir “cüz’-i ihtiyarî” (seçme hürriyeti) vermiştir. Bizim, bu iradenin kaderle nasıl tevfik edildiğini bilmememiz, o iradenin “olmadığına” delalet etmez. Zira bilmediğimiz pek çok hikmet-i İlahiye mevcuttur.
• Ayetlerle İzahı: Kur’an-ı Kerim, adaletin temel şartı olan “mes’uliyet” (sorumluluk) üzerine bina edilmiştir. Mes’uliyet ise ancak irade ile mümkündür.
• Meali: “Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.” (Zilzâl, 99/7-8)
• Meali: “Hiç kimse başkasının günah yükünü yüklenmez. Biz bir peygamber göndermedikçe azap da etmeyiz.” (İsrâ, 17/15)
• Meali: “Allah, kimseye gücünün yeteceğinden fazlasını yüklemez. Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına, işlediği kötülük de kendi zararınadır…” (Bakara, 2/286)
• Müradifi (İlgili Mana): Bu ayetler, “teklif” (mükellefiyet) ve “hesap” hakikatinin ancak bir “ihtiyar” (seçim) var ise adil olabileceğini gösterir.
İkinci Vecih: Vicdanî Şehadet ve Vücudun Bedâheti
• İzahı: Her insan, bizzarure (zorunlu olarak) kendisinde bir seçme hissi (ihtiyar) olduğunu vicdanen bilir. Bir şeyin vücudunu (varlığını) bilmek ayrı, mahiyetini (derûnî yapısını) bilmek ayrıdır. Cüz’-i ihtiyarî, varlığı bedihî (apaçık) olan, fakat mahiyeti tam kavranamayan mevcudat sırasındadır. “Adem-i ilmimiz, onun ademine delalet etmez.” (Bizim bilmememiz, onun yokluğuna delil olmaz.)
• Ayetlerle İzahı: Kur’an, sürekli olarak insanın bu vicdanî hissine hitap eder; ona “seçim” sunar.
• Meali: “Ona iki yolu (iyilik ve kötülüğü) göstermedik mi?” (Beled, 90/10)
• Meali: “De ki: ‘İşte Rabbinizden gelen gerçek. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.’ Biz, zalimler için alemleri (ateşten duvarları) kendilerini çepeçevre kuşatan bir ateş hazırladık…” (Kehf, 18/29)
• Müradifi: Bu ayetlerdeki “dileyen… dileyen” ifadesi, insanın vicdanen bildiği o “tercih” kabiliyetine doğrudan bir hitaptır.
Üçüncü Vecih: Kaderin İhtiyarı İbtal Değil, Teyid Etmesi
• İzahı: Cüz’-i ihtiyarî, kadere münafî (zıt) değildir. Bilakis kader, ihtiyarı teyid eder (doğrular). Zira kader, İlm-i İlahînin (Allah’ın ezelî ilminin) bir nevidir. Allah’ın ilmi, bizim “ihtiyarımızla ne yapacağımıza” taalluk etmiştir (ilişkindir). Yani Allah, “kulum şunu seçecek” diye bildiği için, bu ilim, kuldaki “seçme” fiilinin varlığını isbat eder, yokluğunu değil.
• Ayetlerle İzahı: Allah’ın ilmi her şeyi ihata etmiştir; bu ihata, insanın seçimlerini de kuşatır.
• Meali: “…Allah, onların önlerindekini de, arkalarındakini de (yaptıklarını da, yapacaklarını da) bilir. Onlar ise O’nun ilminden, dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar…” (Bakara, 2/255)
• Meali: “Gaybın anahtarları O’nun katındadır. Onları O’ndan başkası bilmez. Karada ve denizde ne varsa bilir. O’nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. Yerin karanlıklarındaki hiçbir tane, hiçbir yaş, hiçbir kuru şey yoktur ki apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) bulunmasın.” (En’âm, 6/59)
• Müradifi: Allah’ın ilmi, bizim irademizi “icbar edici” (zorlayıcı) değil, “ihata edici” (kuşatıcı) ve “tasvir edici”dir.
Dördüncü Vecih: İlim Malûma Tâbidir (Zamanın İzafiyeti ve Ezeliyet)
• İzahı: Bu, meselenin en derin noktasıdır. Kader, ilim nevindendir. İlim ise malûma (bilinen şeye) tâbidir. Yani, bir şey nasıl olacaksa, ilim ona öyle taalluk eder. Yoksa malûm (olay), ilme tâbi değildir. (Yani, Allah bildiği için olay olmaz; olay öyle olacağı için Allah ezelî ilmiyle bilir). Hadiselerin haricî vücudu (dış dünyada var olmaları) Allah’ın İradesine bakar ve Kudretine istinad eder.
• Ezel (ezeliyet), mazinin (geçmişin) bir ucu değildir. Ezel; mazi, hal (şimdiki zaman) ve istikbali (geleceği) birden tutan, yüksekten bakan bir âyine-misaldir (ayna gibidir). Bizim zaman silsilesinin içinde olmamız ve “ezel”i geçmişte bir nokta sanmamız, bizi yanıltır.
• Ayetlerle İzahı: Allah için mazi, hal ve istikbal birdir. O, zamandan münezzehtir.
• Meali: “Allah, göklerin ve yerin gaybını bilir. Kıyametin kopması, bir göz kırpması gibi veya daha az bir zamandır. Şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir.” (Nahl, 16/77) (Bu ayet, Allah’ın nazarında zamanın nasıl “bir an” olduğunu gösterir.)
• Meali: “O, Evvel’dir, Âhir’dir, Zâhir’dir, Bâtın’dır. O, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Hadîd, 57/3)
• Müradifi: Hadis-i Şerif’te ifade edilen “Manzar-ı a’lâ” (en yüksek bakış noktası) budur. Allah, olaylar silsilesine “içinden” bakmaz ki, “daha olmadı” desin. O, silsilenin tamamına “üstünden” bakar ve olmuş gibi bilir.
Beşinci Vecih: Sebeb ile Müsebbeb Arasındaki Taalluk
• İzahı: Kader, “sebeb” (cause) ile “müsebbeb”in (effect/result) arasını birlikte hükmeder. Yani, “Şu müsebbeb (sonuç), şu sebeble vukua gelecek” diye takdir edilmiştir.
• “Madem filan adamın ölmesi mukadderdir, tüfek atan adamın ne kabahati var?” denilemez. Çünkü kader, o adamın ölmesini, o katilin tüfeği sebebiyle tayin etmiştir. Eğer “tüfek atmasaydı” diye farz edersen, kaderin o şekilde taalluk etmediğini farz etmiş olursun.
• Bu vecih, Cebriye (insan iradesini tamamen reddeden) ve Mu’tezile (kaderi inkâr edip fiilleri tamamen insana veren) fırkalarının zıt görüşlerini reddeder. Ehl-i Sünnet der ki: “Tüfek atmasaydı, (akıbeti) bizce meçhul.”
• Ayetlerle İzahı: Allah, hem sebebi hem de sebebin neticesini birlikte yaratır.
• Meali: “Oysa sizi de, yapmakta olduklarınızı da Allah yaratmıştır.” (Sâffât, 37/96)
• Meali: “(Bedir’de) attığın zaman, (aslında) sen atmadın, fakat Allah attı. Bu da müminlere kendinden güzel bir lütufta bulunması içindi. Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Enfâl, 8/17)
• Müradifi: Bu ayet, insanın fiilini (atma) ve Allah’ın yaratmasını (halk) bir arada gösterir. İnsan sebep olur (kesb eder), Allah o sebebe bağlı neticeyi yaratır.
Altıncı Vecih: Kesb-i İnsanî ve Emr-i İtibarî (Kelâmî İzah)
• İzahı: Bu, meselenin en teknik, müdakkik âlimlere mahsus izahıdır. İnsanın cüz’-i ihtiyarîsinin temeli “meyelan”dır (bir şeye yönelme, eğilim).
• İmam Matüridî’ye göre bu meyelan, bir “emr-i itibarî”dir (haricî vücudu olmayan, zihnî, nisbî bir kavramdır). Vücudu olmadığı için, yaratılmaya (halk) muhtaç değildir ve bu sebeple kula (abde) verilebilir.
• İmam Eş’arî’ye göre ise bu meyelan “mevcud”dur (varlığı vardır), onu da Allah yaratır; fakat o meyelan’daki “tasarruf” (onu kullanma) emr-i itibarî olup kula aittir.
• Her iki mezhebe göre de insana ait olan kısım, emr-i itibarî (nisbî bir iş) olduğu için, var olmak için bir illet-i tâmme (tam ve zorunlu bir sebep) istemez. Eğer illet-i tâmme isteseydi, o zaman fiil vâcib (zorunlu) olur ve ihtiyar (seçim) ortadan kalkardı.
• Sarf (Dilbilgisi) Misali: “Katli (öldürmeyi) yaratan (halkeden) Hak’tır, niçin bana ‘katil’ deniliyor?” Cevap: ‘Katil’ (ism-i fâil), fiilin hasıl-ı bilmasdarından (ortaya çıkan neticesinden, yani ölümün yaratılmasından) değil, fiilin masdarından (yani insanın ‘öldürme eylemine yönelme’ kesbinden) müştaktır (türetilmiştir). Kesb (yönelme) bizimdir, mahluk (yaratılan netice) Allah’ındır. Mes’uliyet “kesb”edir.
• Ayetlerle İzahı:
• Meali: “…Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına, işlediği kötülük de kendi zararınadır…” (Bakara, 2/286)
• Müradifi: Ayette geçen “kazandığı” (Arapça: كَسَبَتْ – kesebet / اِكْتَسَبَتْ – iktesebet) kelimeleri, tam da Ehl-i Sünnet Kelâmının “kesb” (kazanma, yönelme) nazariyesine işaret eder. İnsan kesbeder (yönelir, kazanır), Allah halkeder (yaratır).
Yedinci Vecih: İrade-i Cüz’iyenin “Şart-ı Âdi” Olması
• İzahı: İnsanın iradesi (irade-i cüz’iye) gayet zaîftir, bir emr-i itibarîdir. Fakat Cenab-ı Hak, bu zaîf iradeyi, kendi İrade-i Külliyesinin (evrensel iradesinin) tecellisine bir “şart-ı âdi” (basit bir şart) yapmıştır.
• Manen der ki: “Ey kulum! İhtiyarınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise mes’uliyet sana aittir!”
• Çocuk Misali: Bir çocuğu omuzuna alıp “Nereyi istersen götüreceğim” deseniz, o da yüksek ve tehlikeli bir dağı istese, götürseniz; çocuk üşüse veya düşse, “Sen istedin!” diyerek onu mes’ul tutarsınız. Bizim irademiz o çocuğun “istemesi” gibidir; Allah’ın yaratması ise omuza alıp “götürmesi” (icad etmesi) gibidir.
• Ayetlerle İzahı: İnsan ister, Allah yaratır.
• Meali: “Şüphesiz biz ona (doğru) yolu gösterdik. İster şükredici olsun, ister nankör.” (İnsan, 76/3)
• Meali: “Kim (doğru) yolu bulursa, ancak kendisi için bulmuş olur. Kim de saparsa, ancak kendi aleyhine sapmış olur. Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenmez…” (İsrâ, 17/15)
• Meali: “Sizler ancak Rabbiniz Allah’ın dilemesi (izin vermesi) sayesinde dileyebilirsiniz…” (İnsan, 76/30 ve Tekvîr, 81/29)
• Müradifi: Son ayet (İnsan, 76/30), iki iradeyi de gösterir. Bizim “dilememiz” (cüz’-i ihtiyarî), ancak Allah’ın “dilemesi” (irade-i külliye ve icad) ile vücud bulur.
Elhasıl: Netice ve Çare (Dua ve İstiğfar)
• İzahı: İnsanın elindeki cüz’-i ihtiyarî zaîftir. Fakat seyyiatta (kötülüklerde) ve tahribatta (yıkımda) eli çok uzundur (küçük bir haram fiil, büyük neticelere sebep olabilir). Hasenatta (iyiliklerde) ise eli gayet kısadır (Çünkü hasenatın vücudunu ve neticelerini isteyen Allah’tır).
• Çare: Bu zaîf iradeyi kuvvetlendirmenin yolu:
• Dua ve Tevekkül: İradenin bir eline duayı verip, meyelan-ı hayra (iyiliğe yönelişe) kuvvet vermek.
• İstiğfar ve Tövbe: Diğer eline istiğfarı verip, meyelan-ı şerri (kötülüğe yönelişi) kesmek.
• Ayetlerle İzahı:
• Meali (Dua): “Rabbiniz şöyle dedi: ‘Bana dua edin, duanıza cevap vereyim. Bana kulluk etmeyi kibirlerine yediremeyenler, aşağılanmış bir halde cehenneme gireceklerdir.'” (Mü’min, 40/60)
• Meali (İstiğfar): “…Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra O’na tövbe edin. Şüphesiz Rabbim çok merhametlidir, çok sevendir.” (Hûd, 11/90)
• Meali (Tevekkül): “…Kim Allah’a tevekkül ederse, O kendisine yeter. Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir. Allah, her şeye bir ölçü koymuştur.” (Talâk, 65/3)
Netice olarak, Kader Risalesi’nin bu İkinci Mebhası, Ehl-i Sünnet ve Cemaat akidesinin tam bir hulasası (özeti) olup; ne Cebriye gibi insanı rüzgâr önündeki yaprağa döndüren bir cebr-i mutlakı, ne de Mu’tezile gibi insanı fiillerinin hâlıkı (yaratıcısı) yapan bir dalaleti kabul eder. İnsanın kesb (seçim) ile mes’ul, Allah’ın ise halk (yaratma) ile Hâlık olduğunu isbat eder.
ÜÇÜNCÜ MEBHAS:
Kadere iman, imanın erkânındandır. Yani: “Herşey, Cenab-ı Hakk’ın takdiriyledir.” Kadere delail-i kat’iyye o kadar çoktur ki, hadd ü hesaba gelmez. Biz, basit ve zahir bir tarz ile şu rükn-ü imanîyi, ne derece kuvvetli ve geniş olduğunu, bir mukaddeme ile göstereceğiz.
Mukaddeme:
Herşey vücudundan evvel ve vücudundan sonra yazıldığını
وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍٍ اِلَّا ف۪ى كِتَابٍ مُب۪ينٍٍ
gibi, pekçok âyât-ı Kur’aniye tasrih ediyor ve şu kâinat denilen, kudretin Kur’an-ı kebirinin âyâtı dahi şu hükm-ü Kur’anîyi, nizam ve mizan ve intizam ve tasvir ve tezyin ve imtiyaz gibi âyât-ı tekviniyesiyle tasdik ediyor. Evet şu kâinat kitabının manzum mektubatı ve mevzun âyâtı şehadet eder ki, herşey yazılıdır.
Amma vücudundan evvel herşey mukadder ve yazılı olduğuna delil, bütün mebadi ve çekirdekler ve mekadîr ve suretler, birer şahiddir. Zira herbir tohum ve çekirdekler, “Kâf-Nun” tezgâhından çıkan birer latif sandukçadır ki, kaderle tersim edilen bir fihristecik, ona tevdi edilmiştir ki; kudret, o kaderin hendesesine göre zerratı istihdam edip, o tohumcuklar üstünde koca mu’cizat-ı kudreti bina ediyor. Demek bütün ağacın başına gelecek bütün vakıatı ile çekirdeğinde yazılı hükmündedir. Zira tohumlar maddeten basittir, birbirinin aynıdır, maddeten birşey yoktur.
Hem herşeyin miktar-ı muntazaması, kaderi vâzıhan gösterir. Evet hangi zîhayata bakılsa görünüyor ki, gayet hikmetli ve san’atlı bir kalıbdan çıkmış gibi, bir mikdar, bir şekil var ki; o mikdarı, o sureti, o şekli almak ya hârika ve nihayet derecede eğri büğrü maddî bir kalıb bulunmalı veyahut kaderden gelen mevzun, ilmî bir kalıb-ı manevî ile kudret-i ezeliye o sureti, o şekli biçip giydiriyor. Meselâ: Sen şu ağaca, şu hayvana dikkat ile bak ki; camid, sağır, kör, şuursuz, birbirinin misli olan zerreler, onun neşv ü nemasında hareket eder. Bazı eğri büğrü hududlarda meyve ve faidelerin yerini tanır görür, bilir gibi durur, tevakkuf eder. Sonra başka bir yerde, büyük bir gayeyi takib eder gibi yolunu değiştirir. Demek kaderden gelen mikdar-ı manevînin ve o mikdarın emr-i manevîsiyle zerreler hareket ederler.
Madem maddî ve görünecek eşyada bu derece kaderin tecelliyatı var. Elbette eşyanın mürur-u zamanla giydikleri suretler ve ettikleri harekât ile hasıl olan vaziyetler dahi, bir intizam-ı kadere tâbidir. Evet bir çekirdekte, hem bedihî olarak, irade ve evamir-i tekviniyenin ünvanı olan “Kitab-ı Mübin”den haber veren ve işaret eden; hem nazarî olarak emir ve ilm-i İlahînin bir ünvanı olan “İmam-ı Mübin”den haber veren ve remzeden iki kader tecellisi var: Bedihî kader ise, o çekirdeğin tazammun ettiği ağacın, maddî keyfiyat ve vaziyetleri ve heyetleridir ki, sonra göz ile görünecek. Nazarî ise, o çekirdekte, ondan halkolunacak ağacın müddet-i hayatındaki geçireceği tavırlar, vaziyetler, şekiller, hareketler, tesbihatlardır ki, tarihçe-i hayat namıyla tabir edilen vakit be-vakit değişen tavırlar, vaziyetler, şekiller, fiiller; o ağacın dalları, yaprakları gibi intizamlı birer kaderî mikdarı vardır. Madem en âdi ve basit eşyada böyle kaderin tecellisi var. Elbette umum eşyanın vücudundan evvel yazılı olduğunu ifade eder ve az bir dikkatle anlaşılır.
Şimdi, vücudundan sonra herşeyin sergüzeşt-i hayatı yazıldığına delil ise; âlemde “Kitab-ı Mübin” ve “İmam-ı Mübin”den haber veren bütün meyveler ve “Levh-i Mahfuz”dan haber veren ve işaret eden insandaki bütün kuvve-i hâfızalar birer şahiddir, birer emaredir. Evet herbir meyve, bütün ağacın mukadderat-ı hayatı onun kalbi hükmünde olan çekirdeğinde yazılıyor. İnsanın sergüzeşt-i hayatıyla beraber kısmen âlemin hâdisat-ı maziyesi, kuvve-i hâfızasında öyle bir surette yazılıyor ki; güya hardal küçüklüğünde bu kuvvecikte dest-i kudret, kalem-i kaderiyle insanın sahife-i a’malinden küçük bir sened istinsah ederek, insanın eline verip, dimağının cebine koymuş. Tâ, muhasebe vaktinde onunla hatırlatsın. Hem tâ mutmain olsun ki; bu fena ve zeval herc ü mercinde beka için pek çok âyineler var ki, Kadîr-i Hakîm zâillerin hüviyetlerini onlarda tersim edip ibka ediyor. Hem beka için pek çok levhalar var ki, Hafîz-i Alîm fânilerin manalarını onlarda yazıyor.
Elhasıl: Madem en basit ve en aşağı derece-i hayat olan nebatat hayatı, bu derece kaderin nizamına tâbi’dir. Elbette en yüksek derece-i hayat olan hayat-ı insaniye, bütün teferruatıyla kaderin mikyasıyla çizilmiştir ve kalemiyle yazılıyor. Evet nasıl katreler, buluttan haber verir; reşhalar, su menbaını gösterir; senedler, cüzdanlar, bir defter-i kebirin vücuduna işaret ederler. Öyle de: Şu meşhudumuz olan, zîhayatlardaki intizam-ı maddî olan bedihî kader ve intizam-ı manevî ve hayatı olan nazarî kaderin reşhaları, katreleri, senedleri, cüzdanları hükmünde olan meyveler, nutfeler, tohumlar, çekirdekler, suretler, şekiller; bilbedahe “Kitab-ı Mübin” denilen irade ve evamir-i tekviniyenin defterini ve “İmam-ı Mübin” denilen ilm-i İlahînin bir divanı olan Levh-i Mahfuz’u gösterir.
Netice-i meram:
Madem bilmüşahede görüyoruz ki, herbir zîhayatın neşv ü nema zamanında, zerreleri eğribüğrü hududlara gider, durur. Zerreler yolunu değiştirir. O hududların nihayetlerinde birer hikmet, birer faide, birer maslahatı semere verirler. Bilbedahe o şeyin mikdar-ı surîsi, bir kader kalemiyle tersim edilmiştir. İşte meşhud, bedihî kader, o zîhayatın manevî hâlâtında dahi bir kader kalemiyle çizilmiş muntazam meyvedar hududları, nihayetleri var olduğunu gösterir. Kudret masdardır, kader mistardır. Kudret o maânî kitabını, o mistar üstünde yazar. Madem maddî ve manevî kader kalemiyle tersim edilmiş müsmir hududlar, hikmetli nihayetler olduğunu kat’iyyen anlıyoruz. Elbette herbir zîhayatın müddet-i hayatında geçireceği ahval ve etvarı, o kaderin kalemiyle tersim edilmiş. Çünki sergüzeşt-i hayatı, bir intizam ve mizan ile cereyan ediyor. Suretler değiştiriyor, şekiller alıyor. Madem böyle umum zîhayatta kalem-i kader hükümrandır. Elbette âlemin en mükemmel meyvesi ve arzın halifesi ve emanet-i kübranın hâmili olan insanın sergüzeşt-i hayatiyesi, herşeyden ziyade kaderin kanununa tâbi’dir.
*************
Metin, kader rüknünün isbatını, kâinat kitabındaki (kudretin Kur’an-ı Kebiri) tecellilere nazar ederek, “basit ve zahir” bir tarz ile, yani herkesin müşahede edebileceği delillerle ortaya koymaktadır.
Üçüncü Mebhas’ın İzahı: Kâinat Kitabında Kaderin Tecellileri
Bu mebhas, imanın rükünlerinden olan kadere imanı, iki temel nokta üzerinden isbat eder: Her şeyin vücudundan evvel (yaratılmadan önce) ve vücudundan sonra (varlık sahasında geçirdiği macera) yazılı olduğu hakikati.
Bu isbat, kâinattaki nizam (düzen), mizan (ölçü/denge), intizam (sistemlilik), tasvir (şekil verme) ve tezyin (süsleme) gibi fiillerin, her şeyin ezelî bir ilim ve takdir ile planlandığını gösterdiği esasına dayanır.
1. Vücuddan Evvel (Yaratılıştan Önce) Kaderin İsbatı
Metin, her şeyin yaratılmadan evvel mukadder ve yazılı olduğuna dair iki kuvvetli delil sunar: Tohumlar/Çekirdekler ve Muntazam Miktarlar/Suretler.
A. Çekirdekler ve Tohumlar Delili:
Her bir tohum, “Kâf-Nûn” ( كُنْ – Ol!) tezgâhından çıkan “latif bir sandukça” (küçük kutu) olarak tasvir edilir. Bu kutunun içinde, o bitkinin bütün bir hayat programını ihtiva eden “kaderle tersim edilmiş (resmi çizilmiş) bir fihristecik” bulunur.
• Kader ve Kudret Münasebeti: Kader, bu fihristeyi, yani manevî ve ilmî planı çizer. Kudret (İlahî güç) ise, bu plana (kaderin hendesesine) harfiyen ittiba ederek, zerreleri (atomları) istihdam eder ve o küçük tohum üzerinde koca bir ağaç gibi mu’cizat-ı kudreti bina eder.
• Delil Yönü: Maddeten birbirinin aynı görünen, basit ve şuursuz tohumların, birbirinden tamamen farklı ve son derece sanatlı, hikmetli ağaçları netice vermesi, bu işin maddenin kendisinden değil, onlara tevdi edilen ezelî bir programdan (kaderden) kaynaklandığını gösterir.
B. Miktarlar ve Suretler Delili:
Her canlıya (zîhayata) bakıldığında, onun gayet hikmetli ve sanatlı bir kalıptan çıktığı görülür. Bu muntazam şekil ve mikdarın iki izahı olabilir:
• Ya o şekli verecek nihayetsiz derecede eğri büğrü, karmaşık ve harika maddî bir kalıp bulunmalıdır (ki bu, her bir zerre için imkânsızdır).
• Veyahut kaderden gelen “mevzun, ilmî bir kalıb-ı manevî” (ölçülü, ilme dayalı manevî bir kalıp) vardır. Ezelî kudret, bu manevî kalıba göre o sureti biçip giydirir.
Metin, zerrelerin hareketini bu ikinci şıkkı isbat için kullanır: “Camid, sağır, kör, şuursuz” zerreler, bir bitkinin veya hayvanın büyüme (neşv ü nema) safhasında, belirli “eğri büğrü hududlara” geldiklerinde dururlar. Meyvenin veya bir azanın yerini bilir gibi hareket eder, sonra başka bir gayeyi takip için yollarını değiştirirler. Bu, onların kendi başlarına değil, “kaderden gelen mikdar-ı manevînin emr-i manevîsiyle” hareket ettiklerini gösterir.
C. Bedihî Kader ve Nazarî Kader:
Metin, bu noktada kaderin iki tecellisinden bahseder:
• Bedihî Kader (Açık Kader): Çekirdekteki ağacın gelecekte gözle görünecek olan maddî keyfiyet ve vaziyetleridir. Bu, İlahî irade ve tekvinî (yaratılış) emirlerin unvanı olan “Kitab-ı Mübin”e işaret eder.
• Nazarî Kader (Düşüncedeki Kader): O ağacın hayatı boyunca geçireceği tavırlar, vaziyetler, şekiller, hareketler ve tesbihatlardır. “Tarihçe-i hayat” denilen bu manevî macera ise, İlahî ilmin bir unvanı olan “İmam-ı Mübin”e remzeder (işaret eder).
2. Vücuddan Sonra (Yaratılıştan Sonra) Kaderin İsbatı
Her şeyin varlık sahasına çıktıktan sonraki hayat macerasının (sergüzeşt-i hayatı) da yazıldığına dair iki kuvvetli delil sunulur:
Meyveler ve Kuvve-i Hâfıza (Hafıza Gücü).
A. Meyveler Delili:
Her bir meyve, kendi ağacının bütün hayat macerasını ve planını (mukadderat-ı hayatı) kalbi hükmündeki çekirdeğinde saklar. Bu çekirdek, hem geçmiş ağacın bir kaydı hem de gelecek ağacın programıdır. Bu durum, “Kitab-ı Mübin” ve “İmam-ı Mübin”den, yani her şeyin kayıtlı olduğundan haber verir.
B. Kuvve-i Hâfıza Delili:
İnsanın hafızası, “Levh-i Mahfuz”dan haber veren bir emaredir. İnsanın bütün hayat macerası (sergüzeşt-i hayatı) ve kısmen kâinatın geçmiş hadisatı, hardal tanesi küçüklüğündeki bu kuvvecikte öyle bir surette yazılır ki, bu, adeta “kader kaleminin” insanın “sahife-i a’malinden” (amel defterinden) küçük bir sened (kayıt) istinsah edip (kopyalayıp) dimağının cebine koyması gibidir.
• Hafızanın Hikmetleri:
• Muhasebe Vakti: Ahiretteki hesap vaktinde insana yaptıklarını hatırlatmak.
• İtminan (Tatmin Olma): Bu fena ve zeval (geçicilik ve yok oluş) dünyasında, hiçbir şeyin kaybolmadığına dair bir tatmin vermek. Zira Kadîr-i Hakîm, zâil olan (geçip giden) şeylerin hüviyetlerini hafıza gibi “âyinelerde” tersim edip saklar (ibka eder). Hafîz-i Alîm, fânilerin manalarını “levhalara” yazar.
Netice-i Meram (Maksadın Neticesi)
Mebhas, “Kudret masdardır, kader mistardır” hükmüyle sonlanır.
• Mistar: Cetvel, şablon, üzerine yazı yazmak için kullanılan çizgili altlık. Kader, yani İlahî ilim ve takdir, bir mistardır.
• Masdar: Kaynak, fiilin çıktığı yer. Kudret (İlahî güç) ise masdardır; fiili işleyendir.
Kudret, kâinattaki bütün manaları, kaderin çizdiği o şablon (mistar) üzerine yazar. En basit bitkiden en mükemmel mahlûk olan insana kadar her canlının hayatı, zerrelerin hareketinden manevî hallerine kadar, bu kader kalemiyle çizilmiştir.
Mevzunun Ayet-i Kerimeler ve Müradif Kavramlarla İzahı
Metinde geçen “Kader”, “Kitab-ı Mübin”, “İmam-ı Mübin” ve “Levh-i Mahfuz” kavramları, Kur’an-ı Kerim’de de zikredilen, her şeyin Allah’ın ilmi, iradesi ve kudreti dâhilinde olduğunu ifade eden temel ıstılahlardır.
1. Kader ve Takdir (Her Şeyin Ölçüsü)
Kader, metinde “her şeyin Cenab-ı Hakk’ın takdiriyledir” diye tarif edilir. Bu, Allah’ın ezelî ilmiyle her şeyi bilmesi, planlaması ve her şeye bir “mikdar” (ölçü) tayin etmesidir.
• Ayet (Kamer Suresi, 49):
$$إِنَّا كُلَّ شَيْءٍ خَلَقْنَاهُ بِقَدَرٍ$$
“Gerçek şu ki, biz her şeyi bir ölçüye (kader) göre yarattık.”
(Bu ayet, metindeki “Herşey… takdiriyledir” hükmünü doğrudan tasdik eder.)
• Ayet (Furkan Suresi, 2):
$$…وَخَلَقَ كُلَّ شَيْءٍ فَقَدَّرَهُ تَقْد۪يرًا$$
“…O, her şeyi yaratmış ve yarattığı o şeyleri bir ölçüye göre takdir etmiştir.”
(Bu ayet, metindeki “Kudret masdardır, kader mistardır” ilişkisini gösterir. “Halk” (yaratma) fiili “Kudret”e, “Takdir” (ölçü biçme) fiili “Kader”e bakar.)
2. Kitab-ı Mübin (Apaçık Kitap)
Metin, “Kitab-ı Mübin”i İlahî iradenin ve tekvinî (yaratılış) emirlerin bir unvanı olarak zikreder. Bu, kâinatın yaratılış programıdır; metindeki “bedihî kader” (ağacın maddî şekli) buna bakar.
• Ayet (En’âm Suresi, 59):
$$…وَعِنْدَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ لَا يَعْلَمُهَآ اِلَّا هُوَۜ وَيَعْلَمُ مَا فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِۜ وَمَا تَسْقُطُ مِنْ وَرَقَةٍ اِلَّا يَعْلَمُهَا وَلَا حَبَّةٍ ف۪ي ظُلُمَاتِ الْاَرْضِ وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍ$$
“Gaybın anahtarları O’nun katındadır. Onları O’ndan başkası bilmez. Karada ve denizde ne varsa bilir. Hiçbir yaprak düşmez ki onu bilmesin. Yerin karanlıklarında da hiçbir tane, yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır (Kitâb-ı Mübîn).”
(Metnin başında iktibas edilen bu ayet, en küçük hadisatın (yaprak düşmesi) ve en küçük varlığın (tane) dahi bu kitapta kayıtlı olduğunu, kaderin nizamından hariç olmadığını gösterir.)
• Ayet (Yunus Suresi, 61):
$$…وَمَا يَعْزُبُ عَنْ رَبِّكَ مِنْ مِثْقَالِ ذَرَّةٍ فِي الْاَرْضِ وَلَا فِي السَّمَٓاءِ وَلَآ اَصْغَرَ مِنْ ذٰلِكَ وَلَآ اَكْبَرَ اِلَّا ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍ$$
“…Yerde ve gökte zerre ağırlığınca, hatta ondan daha küçük veya daha büyük olsun, hiçbir şey Rabbinden uzak (ve gizli) kalmaz; hepsi apaçık bir kitaptadır.”
(Bu ayet, metindeki zerrelerin (zerrat) hareketinin dahi bu “Kitab-ı Mübin”deki plana tâbi olduğunu isbat eder.)
3. İmam-ı Mübin (Apaçık Kayıt/Rehber)
Metin, “İmam-ı Mübin”i İlahî ilmin bir unvanı olarak tarif eder. Bu, varlıkların “tarihçe-i hayatı”nın, yani manevî maceralarının (metindeki “nazarî kader”) kaydedildiği defterdir.
• Ayet (Yâsîn Suresi, 12):
$$اِنَّا نَحْنُ نُحْيِ الْمَوْتٰى وَنَكْتُبُ مَا قَدَّمُوا وَاٰثَارَهُمْۜ وَكُلَّ شَيْءٍ اَحْصَيْنَاهُ ف۪يٓ اِمَامٍ مُب۪ينٍ$$
“Şüphesiz biz, ölüleri diriltiriz ve onların önden gönderdiklerini ve eserlerini (âsâr) yazarız. Biz, her şeyi apaçık bir kitapta (İmâm-ı Mübîn) sayıp yazmışızdır.”
(Bu ayet, insanın amellerinin (“mâ kaddemû”) ve geride bıraktığı izlerin (“âsârehum”) -yani metindeki “sergüzeşt-i hayatı”nın- bu kayıtta toplandığını gösterir.)
4. Levh-i Mahfuz (Korunmuş Levha)
Metin, insanın kuvve-i hafızasını “Levh-i Mahfuz”dan haber veren bir emare olarak zikreder. Levh-i Mahfuz, “İmam-ı Mübin” ve “Kitab-ı Mübin”i de içine alan, her şeyin tafsilatlı olarak yazıldığı “Ümmü’l-Kitab” (Kitabın Anası) olan ezelî ilim divanıdır.
• Ayet (Ra’d Suresi, 39):
$$يَمْحُوا اللّٰهُ مَا يَشَٓاءُ وَيُثْبِتُۚ وَعِنْدَهُٓ اُمُّ الْكِتَابِ$$
“Allah, dilediğini siler, dilediğini de sabit kılar. Kitabın anası (Ümmü’l-Kitâb) O’nun katındadır.”
(Levh-i Mahfuz’un, bütün değişen ve sabit kalan kayıtların aslı ve kaynağı olduğunu ifade eder.)
• Ayet (Burûc Suresi, 21-22):
$$بَلْ هُوَ قُرْاٰنٌ مَج۪يدٌۙ ﴿٢١﴾ ف۪ي لَوْحٍ مَحْفُوظٍ ﴿٢٢﴾$$
“Hayır, o (yalanladıkları) şerefli bir Kur’an’dır. Levh-i Mahfûz’dadır.”
(Bu, Levh-i Mahfuz’un varlığını ve her şeyin aslının orada korunduğunu tasdik eder. Hafızanın, bu büyük levhadan bir yansıma, bir “sened” olması, metnin getirdiği latif bir delildir.)
Hülasa;
Bu Üçüncü Mebhas, en basit bir tohumdan koca bir ağacın çıkmasını, şuursuz zerrelerin hikmetli hedeflere yönelmesini, bir meyvenin bütün bir ağacın programını taşımasını ve insanın hafızasının geçmiş hayatını kaydetmesini, kaderin varlığına dair “basit ve zahir” (açık ve kolay anlaşılır) deliller olarak sunmaktadır. Kâinattaki her hadise, İlahî ilmin (Kader/İmam-ı Mübin), İlahî iradenin (Kitab-ı Mübin) ve İlahî kudretin (fiilî yaratma) bir tecellisidir.
Eğer desen: “Kader bizi böyle bağlamış. Hürriyetimizi selbetmiştir. İnbisat ve cevelana müştak olan kalb ve ruh için kadere iman bir ağırlık, bir sıkıntı vermiyor mu?”
Elcevab: Kat’â ve aslâ!.. Sıkıntı vermediği gibi, nihayetsiz bir hıffet, bir rahatlık ve revh u reyhanı veren ve emn ü emanı temin eden bir sürur, bir nur veriyor. Çünki insan kadere iman etmezse, küçük bir dairede cüz’î bir serbestiyet, muvakkat bir hürriyet içinde, dünya kadar ağır bir yükü, bîçare ruhun omuzunda taşımaya mecburdur. Çünki insan bütün kâinatla alâkadardır. Nihayetsiz makasıd ve metalibi var. Kudreti, iradesi, hürriyeti milyondan birisine kâfi gelmediği için, çektiği manevî sıkıntı ağırlığı, ne kadar müdhiş ve muvahhiş olduğu anlaşılır. İşte kadere iman, bütün o ağırlığı kaderin sefinesine atar, kemal-i rahat ile, ruh ve kalbin kemal-i hürriyetiyle kemalâtında serbest cevelanına meydan veriyor. Yalnız nefs-i emmarenin cüz’î hürriyetini selbeder ve firavuniyetini ve rububiyetini ve keyfemâyeşa hareketini kırar. Kadere iman o kadar lezzetli, saadetlidir ki, tarif edilmez. Yalnız şu temsil ile o lezzete ve o saadete bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:
İki adam, bir padişahın payitahtına giderler. O padişahın mahall-i garaib olan has sarayına girerler. Biri, padişahı bilmez; o yerde gasıbane, sârıkane tavattun etmek ister. Fakat o bahçe, o sarayın iktiza ettikleri idare ve tedbir ve vâridat ve makinelerini işlettirmek ve garib hayvanatın erzakını vermek gibi zahmetli külfetleri görür, mütemadiyen ızdırab çeker. O cennet gibi bahçe, başına bir cehennem gibi oluyor. Herşeye acıyor. İdare edemiyor. Teessüfle vaktini geçirir. Sonra da, o hırsız edebsiz adam, te’dib suretiyle hapse atılır. İkinci adam, padişahı tanır, padişaha kendini misafir bilir. Bütün o bahçede, o sarayda olan işler, bir nizam-ı kanunla cereyan ettiğini, herşey bir proğramla, kemal-i sühuletle işlediğini itikad eder. Zahmet ve külfetleri, padişahın kanununa bırakıp kemal-i safa ile o cennet-misal bahçenin bütün lezzetlerinden istifade edip padişahın merhametine ve idare kanunlarının güzelliğine istinaden herşeyi hoş görür, kemal-i lezzet ve saadetle hayatını geçirir. İşte
مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ
sırrını anla.
DÖRDÜNCÜ MEBHAS:
Eğer desen: “Birinci Mebhas’ta isbat ettin ki: Kaderin herşeyi güzeldir, hayırdır. Ondan gelen şer de hayırdır, çirkinlik de güzeldir. Halbuki şu dâr-ı dünyadaki musibetler, beliyyeler, o hükmü cerhediyor.”
Elcevab:
Ey şiddet-i şefkatten şedid bir elemi hisseden nefsim ve arkadaşım! Vücud, hayr-ı mahz; adem, şerr-i mahz olduğuna; bütün mehasin ve kemalâtın vücuda rücuu ve bütün maasi ve mesaib ve nekaisin esası adem olduğu, delildir. Madem adem şerr-i mahzdır. Ademe müncer olan veya ademi işmam eden hâlât dahi şerri tazammun eder. Onun için, vücudun en parlak nuru olan hayat, ahval-i muhtelife içinde yuvarlanıp kuvvet buluyor. Mütebayin vaziyetlere girip tasaffi ediyor ve müteaddid keyfiyatı alıp, matlub semeratı veriyor ve müteaddid tavırlara girip, Vâhib-i Hayat’ın nukuş-u esmasını güzelce gösterir. İşte şu hakikattandır ki, zîhayatlara âlâm ve mesaib ve meşakkat ve beliyyat suretinde bazı hâlât ârız olur ki; o hâlât ile hayatlarına envâr-ı vücud teceddüd edip zulümat-ı adem tebâud ederek hayatları tasaffi ediyor. Zira tevakkuf, sükûnet, sükût, atalet, istirahat, yeknesaklık; keyfiyatta ve ahvalde birer ademdir. Hattâ en büyük bir lezzet, yeknesaklık içinde hiçe iner.
Elhasıl:
Madem hayat, esma-i hüsnanın nukuşunu gösterir. Hayatın başına gelen herşey hasendir. Meselâ: Gayet zengin, nihayet derecede san’atkâr ve çok san’atlarda mahir bir zât; âsâr-ı san’atını, hem kıymetdar servetini göstermek için âdi bir miskin adamı, modellik vazifesini gördürmek için, bir ücrete mukabil bir saatte murassa’, musanna’ yaptığı gömleği giydirir, onun üstünde işler ve vaziyetler verir, tebdil eder. Hem her nevi san’atını göstermek için keser, değiştirir, uzaltır, kısaltır. Acaba şu ücretli miskin adam o zâta dese: “Bana zahmet veriyorsun. Eğilip kalkmakla vaziyet veriyorsun, beni güzelleştiren bu gömleği kesip kısaltmakla güzelliğimi bozuyorsun” demeğe hak kazanabilir mi? “Merhametsizlik, insafsızlık ettin” diyebilir mi? İşte onun gibi Sâni’-i Zülcelal, Fâtır-ı Bîmisal; zîhayata göz, kulak, akıl, kalb gibi havâs ve letaif ile murassa’ olarak giydirdiği vücud gömleğini esma-i hüsnanın nakışlarını göstermek için çok hâlât içinde çevirir, çok vaziyetlerde değiştirir. Elemler, musibetler nev’inde olan keyfiyat; bazı esmasının ahkâmını göstermek için lemaat-ı hikmet içinde bazı şuaat-ı rahmet ve o şuaat-ı rahmet içinde latif güzellikler vardır.
* * ******
Risale-i Nur Külliyatı’ndan, Sözler (Yirmi Altıncı Söz, İkinci ve Dördüncü Mebhaslar) isimli eserden alınan bu mühim kısımlar, iman-ı bi’l-kader (kadere iman) rüknünün iki temel ve derûnî buudunu (boyutunu) tasvir etmektedir:
• Kadere imanın, insanın ruhuna verdiği hakiki hürriyet ve sıkıntılardan kurtuluşu.
• Zahiren (dıştan) “şer” ve “çirkin” görünen musibetlerin ve hadiselerin hakiki vecihlerinin (yönlerinin) “güzel” ve “hayır” olduğunun isbatı.
Birinci Esas: Kader, Hürriyet ve Emniyet
Risale-i Nur’da tasvir edilen birinci mesele, kaderin insan hürriyetini selbedip (alıp götürüp) ruha bir ağırlık verip vermediği sualidir. Verilen cevap, “Kat’â ve aslâ!”dır. Zira kadere iman, sıkıntı vermek şöyle dursun, “nihayetsiz bir hıffet, bir rahatlık” ve “emn ü emanı temin eden bir sürur” verir.
1. İnsanın Kâinat Karşısındaki Vaziyeti
İktibasta belirtildiği gibi, “insan bütün kâinatla alâkadardır.” İnsanın ene (ego) ve mahiyeti, nihayetsiz şeylere arzu duyar (inbisat ve cevelan), sonsuz hedefleri (makasıd) ve talepleri (metalib) vardır. Lakin bu talepleri yerine getirecek kudreti, iradesi ve hürriyeti “milyondan birisine kâfi gelmez.”
İnsan, eğer kadere iman etmezse, şu vaziyete düşer:
Kendi cüz’î serbestiyeti dairesinde, bütün kâinatın yükünü, hadiselerin tazyikini ve geleceğin endişesini “bîçare ruhunun omuzunda taşımaya mecburdur.” Zira kendini ve hadiseleri başıboş zanneder. Her şeyden korkar, her hadiseden titrer. Bu, “dünya kadar ağır bir yük”tür.
2. Kaderin Sefinesi (Gemisi) ve Hakiki Hürriyet
Kadere iman ise, insanın bu nihayetsiz yükünü “kaderin sefinesine atar.” Mü’min bilir ki:
• Kâinatta tesadüf yoktur. Her şey, bir Nizam-ı Ezelî (ezelî nizam) ile cereyan eder.
• Kendisinin vazifesi olmayan şeylere (kâinatın idaresi, geleceğin tanzimi gibi) karışmaz. Yükünü, her şeyin dizgini elinde olan Kâdir-i Mutlak olan Allah’a (c.c.) bırakır.
• Bu teslimiyet, “ruh ve kalbin kemal-i hürriyetiyle” neticelenir. Zira ruh, lüzumsuz ve takati haricindeki yüklerden kurtulmuş, kendi hakiki vazifesi olan tefekkür, ibadet ve marifette serbestçe cevelan etmeye başlamıştır.
İktibastaki temsil (iki adamın padişahın sarayına girmesi), bu hakikati fevkalade tasvir eder:
• Birinci Adam (Kaderi inkâr eden): Padişahı (Allah’ı) tanımaz. Sarayı (dünyayı) sahipsiz zanneder veya gasıbane sahiplenmek ister. Sarayın idaresi, bahçenin tanzimi, garip hayvanatın (canlıların) erzakı gibi idaresi imkânsız külfetleri kendi üzerine alır. “Mütemadiyen ızdırab çeker.” Cennet gibi bahçe, başına cehennem olur.
• İkinci Adam (Kadere iman eden): Padişahı tanır, O’na misafir olduğunu bilir. Her şeyin bir nizam ve kanunla (“proğramla”) kemal-i sühuletle (mükemmel kolaylıkla) işlediğini itikad eder. Külfetleri padişahın kanununa bırakır. “Kemal-i safa ile o cennet-misal bahçenin bütün lezzetlerinden istifade eder.”
Kadere imanın selbettiği tek şey, “nefs-i emmarenin cüz’î hürriyeti”dir. Yani, enenin firavuniyetini, rububiyetini (ilahlık taslamasını) ve “keyfemâyeşa” (dilediği gibi) hareket etme arzusunu kırar.
Bu hakikat, o veciz kaide ile mühürlenir: “Mek âmen e bi’l-kad eri em ine mine’l-keder i” (مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ) – “Kim kadere iman ederse, kederden, sıkıntıdan emin olur.”
3. Konuyla İlgili Ayet-i Kerimeler
Kadere imanın getirdiği teslimiyet, emniyet ve Allah’ın mutlak hâkimiyeti Kur’an-ı Kerim’de şöyle tasvir edilir:
• Her Şeyin Yaratıcısı ve Vekili O’dur (Yükü O’na bırakmak):
“Allah her şeyin yaratıcısıdır. O, her şeye vekildir.”}
(Zümer Suresi, 39:62)
• Müradifi: Madem her şeyin yaratıcısı ve idare edeni O’dur, o halde kâinatın yükünü O’na bırakmak, ruha en büyük hürriyeti verir.
• Allah’ın Yazdığından Başkası Gelmez (Emniyet):
“De ki: ‘Bizim başımıza ancak Allah’ın bizim için yazdığı şeyler gelir. O, bizim yardımcımızdır. Öyleyse müminler, yalnız Allah’a güvensinler.’”
(Tevbe Suresi, 9:51)
• Müradifi: Bu ayet, “kederden emin olmanın” formülüdür. Başımıza gelenin O’ndan olduğunu bilmek, O’na güvenmeyi (tevekkül) netice verir.
• Musibetin Ancak O’nun İzniyle Olması:
“Allah’ın izni olmaksızın hiçbir musibet başa gelmez. Kim Allah’a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya iletir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.”
(Tegâbün Suresi, 64:11)
• Müradifi: Musibetin O’nun izniyle (kaderiyle) geldiğini bilmek, kalbe hidayet ve sükûnet verir.
• İnsanın Hürriyeti ve Sorumluluğu (Cüz-i İhtiyarî):
“Şüphesiz biz ona (doğru) yolu gösterdik. İster şükredici olsun, ister nankör.”
(İnsan Suresi, 76:3)
• Müradifi: Kader, insanın cüz-i ihtiyarîsini (seçme hürriyetini) reddetmez. Allah yolu gösterir; tercih kula aittir. Kader, nefs-i emmarenin firavuniyetini kırar, kulun imtihanını ortadan kaldırmaz.
İkinci Esas: Musibetlerin Hikmeti (Vücud ve Adem)
Dördüncü Mebhas’ta, “Madem kaderin her şeyi güzeldir, dünyadaki musibetler, beliyyeler bu hükmü nasıl doğrular?” sualine cevap verilir.
1. Vücud (Hayr-ı Mahz) ve Adem (Şerr-i Mahz)
Cevabın temeli, kelâmî (teolojik) bir esasa dayanır:
• Vücud (Var olmak): Hayr-ı mahzdır (sırf iyilik ve güzelliktir). Bütün güzellikler, kemaller, faziletler var olmaya racidir (dayanır).
• Adem (Yok olmak/Yokluk): Şerr-i mahzdır (sırf kötülük ve şerdir). Bütün musibetler, günahlar (maasi), noksanlıklar (nekais) ya doğrudan yokluktur ya da yokluğa müncer olan (yokluğa götüren) veya yokluğu işmam eden (hissettiren) hallerdir.
2. Musibetlerin Hayatı Tasaffi Etmesi (Arındırması)
Vücudun en parlak nuru olan hayat, sabit kalsa, yeknesak (monoton) bir halde dursa, kıymetini kaybeder ve ademe (yokluğa) yaklaşır. İktibasta dendiği gibi, “en büyük bir lezzet, yeknesaklık içinde hiçe iner.”
İşte musibetler, beliyyeler, meşakkatler ve âlâm (elemler):
• Hayatı durağanlıktan, ataletten, sükûnetten (yani adem hallerinden) kurtarır.
• Hayatı “muhtelif ahval içinde yuvarlayıp kuvvet buldurur.”
• Hayatı “mütebayin (farklı) vaziyetlere girip tasaffi ettirir” (arındırır).
• Böylece “envâr-ı vücud teceddüd edip” (varlığın nurları yenilenip), “zulümat-ı adem tebâud ederek” (yokluğun karanlıkları uzaklaşarak) hayat safi, parlak ve kıymetli bir hale gelir.
3. Esma-i Hüsna’nın Nakışları Olarak Musibetler
İktibasın sonundaki temsil (sanatkâr zat ve model olarak kullanılan miskin adam), meselenin en mühim noktasını açıklar:
• Allah (c.c.), Sâni’-i Zülcelal (Celal Sahibi Sanatkâr) ve Fâtır-ı Bîmisal (Benzersiz Yaratıcı) olarak, Esma-i Hüsnasının (Güzel İsimlerinin) nakışlarını göstermek ister.
• Hayat, bu esmanın tecelli ettiği “murassa’ (süslü) bir gömlektir.”
• Musibetler, hastalıklar ve elemler; bu gömleğin Sânii tarafından “kesilmesi, değiştirilmesi, uzatılıp kısaltılması” gibidir.
Bunun hikmeti, farklı esmaların hükümlerini göstermektir:
• Hastalık olmasa, eş-Şâfî (Şifa Veren) ismi tecelli etmez.
• Açlık olmasa, er-Rezzâk (Rızık Veren) ismi tam bilinmez.
• Musibet olmasa, es-Sabûr (Çok Sabreden) isminin tecellisine ayna olunmaz.
• Zulüm olmasa, el-Adl (Adalet Eden) ve el-Müntakim (İntikam Alan) isimleri tam idrak edilmez.
Model olan miskin adamın (insanın), ücretini (cennet, beka, rıza) aldığı halde, sanatkâra (Allah’a) “Bana zahmet veriyorsun, güzelliğimi bozuyorsun” demeye hakkı yoktur. Çünkü o zahmetler ve değişiklikler, o sanatı (Esma-i Hüsna’yı) göstermek içindir.
Netice olarak, musibetlerde “lemaat-ı hikmet (hikmet parıltıları) içinde bazı şuaat-ı rahmet (rahmet ışınları) ve o şuaat-ı rahmet içinde latif güzellikler vardır.” Yani musibetin kendisi (neticesi itibariyle) çirkin değil, güzeldir.
4. Konuyla İlgili Ayet-i Kerimeler
Musibetlerin bir hikmetle, imtihan ve esma tecellisi olarak gönderildiği hakikati, ayetlerde şöyle tasvir edilir:
• İmtihan ve Sabır:
“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele.”
(Bakara Suresi, 2:155)
• Müradifi: Musibetler, bir imtihan vesilesidir ve es-Sabûr ismine ayna olma davetidir.
• Güçlükle Beraber Kolaylık (Tasaffi):
“Şüphesiz güçlükle beraber bir kolaylık vardır. Gerçekten, güçlükle beraber bir kolaylık vardır.”
(İnşirah Suresi, 94:5-6)
• Müradifi: Musibet (güçlük), yeknesaklığı kırar ve hayatı arındırarak (tasaffi) kolaylığın (yeni bir vücud mertebesinin) kıymetini gösterir.
• Hayırdaki Şer, Şerdeki Hayır:
“…Olur ki, bir şey sizin için hayırlı iken, siz onu sevmezsiniz. Olur ki, bir şey sizin için şer iken, siz onu seversiniz. Allah bilir, siz bilmezsiniz.”
(Bakara Suresi, 2:216)
• Müradifi: Bizim zahirî (dış) nazarımızla şer gördüğümüz şeylerde, Allah (c.c.) nice hayırlar (Esma tecellisi, uhrevî netice, hayatın tasaffisi) murad etmiş olabilir.
• Her Musibetin Kaderle Yazılmış Olması:
“Yeryüzünde ve kendi nefislerinizde uğradığınız hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.”
(Hadid Suresi, 57:22)
• Müradifi: Bu ayet, Birinci ve İkinci Esas’ı birleştirir. Musibetler kader iledir. Onların bir kitapta yazılı olduğunu bilmek, mü’mine kederden eminlik (Birinci Esas) ve hadisenin hikmetle yaratıldığını (İkinci Esas) idrak ettirir.
Hülasa (Netice)
İktibas edilen bu iki mebhas, kadere imanın iki büyük meyvesini tasvir eder:
• Meyve-i Dünyeviyye (Dünya Hayatındaki Meyvesi): Kadere iman, kâinatın ve hadiselerin sonsuz yükünü ve kederini insanın omuzundan alır, onu Kâdir-i Mutlak olan Allah’a teslim eder. Bu, ruha hürriyet-i hakikiye (gerçek hürriyet) ve emn-i kâmil (tam bir emniyet) verir.
• Meyve-i Uhreviyye ve Hakikiyye (Ahiret ve Hakikat Meyvesi): Musibetlere kader nazarıyla bakmak, onların zahirî çirkinliğine ve elemine takılmamayı öğretir. O hadiselerin, Sâni’-i Zülcelal’in hikmetli sanatı ve Esma-i Hüsna’sının rahmetli tecellileri olduğunu gösterir. Bu bakış, şikâyeti şükre, ızdırabı teslime çevirir.
Hâtime
[Eski Said’in serkeş, müftehir, mağrur, ucblu, riyakâr nefsini susturan, teslime mecbur eden beş fıkradır.]
Birinci Fıkra:
Madem eşya var ve san’atlıdır. Elbette bir ustaları var. Yirmiikinci Söz’de gayet kat’î isbat edildiği gibi: Eğer herşey birinin olmazsa, o vakit herbir şey, bütün eşya kadar müşkil ve ağır olur. Eğer herşey birinin olsa, o zaman bütün eşya, bir şey kadar âsân ve kolay olur. Madem zemin ve âsumanı birisi yapmış, yaratmış. Elbette o pek hikmetli ve çok san’atkâr zât, zemin ve âsumanın meyveleri ve neticeleri ve gayeleri olan zîhayatları başkalara bırakıp işi bozmayacak. Başka ellere teslim edip bütün hikmetli işlerini abes etmeyecek, hiçe indirmeyecek, şükür ve ibadetlerini başkasına vermeyecektir.
İkinci Fıkra:
Sen ey mağrur nefsim! Üzüm ağacına benzersin. Fahrlenme! Salkımları o ağaç kendi takmamış, başkası onları ona takmış.
Üçüncü Fıkra:
Sen ey riyakâr nefsim! “Dine hizmet ettim” diye gururlanma.
اِنَّ اللّٰهَ لَيُؤَيِّدُ هٰذَا الدّ۪ينَ بِالرَّجُلِ الْفَاجِرِ
sırrınca: Müzekkâ olmadığın için, belki sen kendini o recül-i fâcir bilmelisin. Hizmetini, ubudiyetini; geçen nimetlerin şükrü ve vazife-i fıtrat ve farîza-i hilkat ve netice-i san’at bil, ucb ve riyadan kurtul!.
Dördüncü Fıkra:
Hakikat ilmini, hakikî hikmeti istersen; Cenab-ı Hakk’ın marifetini kazan. Çünki bütün hakaik-i mevcudat, İsm-i Hakk’ın şuaatı ve esmasının tezahüratı ve sıfâtının tecelliyatıdırlar. Maddî ve manevî, cevherî, arazî herbir şeyin, herbir insanın hakikatı, birer ismin nuruna dayanır ve hakikatına istinad eder. Yoksa hakikatsız, ehemmiyetsiz bir surettir. Yirminci Söz’ün âhirinde, şu sırra dair bir nebze bahsi geçmiştir. Ey nefis! Eğer şu dünya hayatına müştaksan, mevtten kaçarsan kat’iyyen bil ki: Hayat zannettiğin hâlât, yalnız bulunduğun dakikadır. O dakikadan evvel bütün zamanın ve o zaman içindeki eşya-i dünyeviye, o dakikada meyyittir, ölmüştür. O dakikadan sonra bütün zamanın ve onun mazrufu, o dakikada ademdir, hiçtir. Demek güvendiğin hayat-ı maddiye, yalnız bir dakikadır. Hattâ bir kısım ehl-i tedkik, “Bir âşiredir belki bir ân-ı seyyaledir” demişler. İşte şu sırdandır ki; bazı ehl-i velayet, dünyanın dünya cihetiyle ademine hükmetmişler. Madem böyledir, hayat-ı maddiye-i nefsiyeyi bırak. Kalb ve ruh ve sırrın derece-i hayatlarına çık, bak; ne kadar geniş bir daire-i hayatları var. Senin için meyyit olan mazi, müstakbel; onlar için haydır, hayatdar ve mevcuddur. Ey nefsim! Madem öyledir, sen dahi kalbim gibi ağla ve bağır ve de ki: “Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem. Ruhumu Rahman’a teslim eyledim, gayr istemem. İsterim, fakat bir yâr-ı bâki isterim. Zerreyim, fakat bir Şems-i Sermed isterim. Hiç-ender-hiçim, fakat bu mevcudatı birden isterim.”
Beşinci Fıkra:
Şu fıkra, Arabî geldiği için Arabî yazıldı. Hem şu fıkra-i Arabiye, “Allahü Ekber” zikrinde otuzüç mertebe-i tefekkürden bir mertebeye işarettir.
اَللّٰهُ اَكْبَرُ اِذْ هُوَ الْقَد۪يرُ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ الْكَر۪يمُ الرَّح۪يمُ الْجَم۪يلُ النَّقَّاشُ الْاَزَلِىُّ الَّذ۪ى مَا حَق۪يقَةُ هٰذِهِ الْكَائِنَاتِ كُلاًّ وَ جُزْءً وَ صَحَائِفَ وَ طَبَقَاتٍ وَ مَا حَقَائِقُ هٰذِهِ الْمَوْجُودَاتِ كُلِّيًًّا وَ جُزْئِيًّا وَ وُجُودًا وَ بَقَاءً اِلَّا خُطُوطُ قَلَمِ قَضَائِهِ وَ قَدَرِهِ وَ تَنْظ۪يمِهِ وَ تَقْد۪يرِهِ بِعِلْمٍ وَ حِكْمَةٍ وَ نُقُوشُ پَرْكَارِ عِلْمِهِ وَ حِكْمَتِهِ وَ تَصْو۪يرِهِ وَ تَدْبِيرِهِ بِصُنْعٍ وَ عِنَايَةٍ وَ تَزْي۪ينَاتُ يَدِ بَيْضَاءِ صُنْعِهِ وَ عِنَايَتِهِ وَ تَزْيِينِهِ وَ تَنْوِيرِهِ بِلُطْفٍ وَ كَرَمٍ وَ اَزَاه۪يرُ لَطَائِفِ لُطْفِهِ وَ كَرَمِهِ وَ تَوَدُّدِهِ وَ تَعَرُّفِهِ بِرَحْمَةٍ وَ نِعْمَةٍ وَ ثَمَرَاتُ فَيَّاضِ رَحْمَتِهِ وَ نِعْمَتِهِ وَ تَرَحُّمِهِ وَ تَحَنُّنِهِ بِجَمَالِ وَ كَمَالِ وَ لَمَعَاتِ تَجَلِّيَاتِ جَمَالِهِ وَ كَمَالِهِ بِشَهَادَةِ تَفَانِيَةِ الْمَرَايَا وَ سَيَّالِيَّةِ الْمَظَاهِرِ مَعَ بَقَاءِ الْجَمَالِ الْمُجَرَّدِ
السَّرْمَدِىِّ الدَّائِمِ التَّجَلّ۪ى وَ الظُّهُورِ عَلٰى مَرِّ الْفُصُولِ وَ الْعُصُورِ وَ الدُّهُورِ وَ الدَّائِمِ اْلاِنْعَامِ عَلٰى مَرِّ الْاَنَامِ وَ الْاَيَّامِ وَ الْاَعْوَامِ نَعَمْ فَالْاَثَرُ الْمُكَمَّلُ يَدُلُّ لِذ۪ى عَقْلٍ عَلَى الْفِعْلِ الْمُكَمَّلِ ثُمَّ الْفِعْلُ الْمُكَمَّلُ يَدُلُّ لِذ۪ى فَهْمٍ عَلَى اْلاِسْمِ الْمُكَمَّلِ ثُمَّ اْلاِسْمُ الْمُكَمَّلُ يَدُلُّ بِالْبَدَاهَةِ عَلَى الْوَصْفِ الْمُكَمَّلِ ثُمَّ الْوَصْفُ الْمُكَمَّلُ يَدُلُّ بِالضَّرُورَةِ عَلَى الشَّاْنِ الْمُكَمَّلِ ثُمَّ الشَّاْنُ الْمُكَمَّلُ يَدُلُّ بِالْيَق۪ينِ عَلٰى كَمَالِ الذَّاتِ بِمَا يَل۪يقُ بِالذَّاتِ وَ هُوَ الْحَقُّ الْيَق۪ينُ. نَعَمْ تَفَانِى الْمِرْاٰةِ زَوَالُ الْمَوْجُودَاتِ مَعَ التَّجَلِّى الدَّائِمِ مَعَ الْفَيْضِ الْمُلَازِمِ مِنْ اَظْهَرِ الظَّوَاهِرِ اَنَّ الْجَمَالَ الظَّاهِرَ لَيْسَ مُلْكَ الْمَظَاهِرِ مِنْ اَفْصَحِ تِبْيَانٍ مِنْ اَوْضَحِ بُرْهَانٍ لِلْجَمَالِ الْمُجَرَّدِ لِْلاِحْسَانِ الْمُجَدَّدِ لِلْوَاجِبِ الْوُجُودِ لِلْبَاقِى الْوَدُودِ.. اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ مِنَ الْاَزَلِ اِلَى الْاَبَدِ عَدَدَ مَا فِى عِلْمِ اللّٰهِ وَ عَلٰٓى اٰلِه۪ وَ صَحْبِه۪ وَ سَلِّمْ
* * *
Bu Hâtime, bizzat Müellif’in (Bediüzzaman Said Nursî) kendi ifadesiyle, “Eski Said’in serkeş, müftehir, mağrur, ucblu, riyakâr nefsini susturan, teslime mecbur eden” beş fıkradan müteşekkildir.
Bu metin, yüksek seviyede bir nefis muhasebesi (nefsin tenkidi) ve enaniyetin (egonun) derûnî tahlilidir. Eski Said’in tabiatında var olan izzet-i ilmiye, gurur ve fahr (övünme) gibi hissiyatın, Kur’ân ve iman hakikatleri karşısında nasıl izale olduğunu ve “Yeni Said”in acz, fakr, şefkat ve tefekkür üzerine kurulu ubudiyet (kulluk) anlayışına nasıl teslim olduğunu tasvir eder.
Aşağıda, bu Hâtime’nin beş fıkrasının geniş ve teferruatlı izahı, mevzuyla bağlantılı ayetler ve mürâdif (destekleyici) mânalar ile birlikte takdim edilmiştir:
Hâtime’nin Geniş İzahı
Bu Hâtime, “Ene”nin (Benlik) mahiyetini anlamak ve onu Firavunluk mertebesinden (kendine varlık verme) “abdiyet” (kulluk) mertebesine çıkarmak için kaleme alınmış derûnî bir murakabe (içe bakış) metnidir.
Birinci Fıkra: Tevhidin Zarureti ve Vahdetin İsbâtı
Fıkra Analizi:
Bu fıkra, kâinattaki varlıkların ve san’atlı yapıların, bir Sâni-i Zülcelâl’in (Sanatkâr Yaratıcı) varlığına kat’î bir surette delâlet ettiğini ortaya koyar. İki temel mukayese yapılır:
• Şirk (Ortak Koşma) Nazarı: Eğer her şey “birinin” (Allah’ın) olmazsa, yani yaratılış farklı sebeplere ve tabiata tevzi edilirse, o vakit “herbir şey, bütün eşya kadar müşkil ve ağır olur.” Zira bir sineğin yaratılması için dahi, bütün kâinatı yaratacak bir kudret ve ilim gereklidir.
• Tevhid (Birlik) Nazarı: Eğer her şey “birinin” (Allah’ın) olsa, “o zaman bütün eşya, bir şey kadar âsân (kolay) ve kolay olur.” Zira bir baharı yaratmak, O Kudret-i Ezeliye için bir çiçeği yaratmak kadar kolaydır.
Bu isbattan sonra fıkra, şu neticeye varır: Madem zemin ve âsumanı (gökleri) yaratan O Zât-ı Ehad ve Samed’dir; elbette bu kâinat ağacının en mühim meyveleri, neticeleri ve yaratılış gayeleri olan “zîhayatları” (canlıları) ve hususan insanı başkasına (sebeplere, tabiata) bırakıp işi bozmayacak, hikmetli icraatını abes (anlamsız) hale getirmeyecektir. Zîhayatların şükür ve ibadetlerini, sahte mâbudlara (başka ellere) teslim etmeyecektir.
Bağlantılı Ayetler ve Mürâdif Mânalar:
• Tevhidin İsbâtı ve Şirkin İmkânsızlığı :
“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, arşın rabbi olan Allah, onların nitelemelerinden uzaktır, yücedir.”
(Enbiyâ Sûresi, 21/22)
• Her Şeyin O’na Muhtaç Olması :
“Göklerde ve yerde bulunanlar, (her şeyi) O’ndan isterler. O, her an yeni bir ilâhî tasarruftadır.”
(Rahmân Sûresi, 55/29)
• Yaratılışta Abesiyet (Anlamsızlık) Olmaması :
“Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. Biz onları ancak hak ve hikmetle yarattık. Fakat onların çoğu bilmezler.”
(Duhân Sûresi, 44/38-39)
İkinci Fıkra: Gurur ve Ucbun (Kendini Beğenme) Kırılması
Fıkra Analizi:
Bu fıkra, nefsin “ucb” yani kendini beğenme ve “fahr” yani övünme damarını kesmek için doğrudan nefse hitap eder. “Üzüm ağacı” teşbihi (benzetmesi) kullanılır. Nefis, bir üzüm ağacına benzetilir. Ağaç, taşıdığı salkımlarla övünemez; zira o salkımları o ağaç kendi takmamıştır. Onları oraya takan, Kudret-i İlâhiyedir.
Aynen öyle de, ey nefis! Sendeki kemâlât (mükemmellikler), başarılar, ilim veya faziletler senin kendi malın değildir. Sen onlarla gururlanamaz (fahirlenemez)sin. Bütün bu “salkımları” sana takan, senin Hâlık-ı Kerîm’indir. Sana düşen fahr değil, şükürdür; gurur değil, acziyetini ve fakirliğini bilmektir.
Bağlantılı Ayetler ve Mürâdif Mânalar:
• Bütün Nimetlerin Allah’tan Olması :
“Size ulaşan her nimet Allah’tandır…”
(Nahl Sûresi, 16/53 – Ayetin başı)
• İnsanın Zayıf Yaratılışı :
“…İnsan çok zayıf yaratılmıştır.”
(Nisâ Sûresi, 4/28 – Ayetin sonu)
• Mürâdif Hikmet: Bu fıkra, “Men arefe nefsehû, fekad arefe Rabbehû” (Nefsini bilen, Rabbini bilir) hakikatinin bir veçhesini açar. Nefsinin “hiçliğini”, “aczini” ve “fakrını” bilen; Rabbinin “Gani” (Zengin), “Kadir” (Kudretli) ve “Bâki” (Kalıcı) olduğunu bilir.
Üçüncü Fıkra: Riya ve Hizmette İhlâsın Esası
Fıkra Analizi:
Bu fıkra, nefsin en derûnî hilelerinden olan “amel-i sâlih” ile, hususan “dine hizmet etmek” ile gururlanmayı tenkit eder. Nefsin bu riyakâr (gösterişçi) gururunu kırmak için bir Hadîs-i Şerîf’i esas alır:
اِنَّ اللّٰهَ لَيُؤَيِّدُ هٰذَا الدّ۪ينَ بِالرَّجُلِ الْفَاجِرِ
(Meâli: “Muhakkak ki Allah, bu dini fâcir (günahkâr) bir adamla da kuvvetlendirir.”) (Buhârî, Cihâd, 182; Müslim, Îmân, 178)
Üstad, nefsine der ki: Sen “müzekkâ” (temize çıkmış, arınmış) değilsin. Bu sebeple, yaptığın hizmete güvenip kendini sâlih bir kul zannetme. Belki sen, o hadiste bahsedilen “recül-i fâcir” (günahkâr adam) olabilirsin de Allah, senin elinle dinine hizmet ettiriyordur.
Öyleyse, yapılan hizmet ve ubudiyet (kulluk); gurur ve ucb vesilesi olmamalıdır. Bunlar ancak şu niyetlerle yapılmalıdır:
• Geçen Nimetlerin Şükrü: Sana verilen hayat, sağlık, ilim gibi nimetlerin bir teşekkürüdür.
• Vazife-i Fıtrat: Yaratılışının (fıtratının) bir gereği ve vazifesidir.
• Farîza-i Hilkat: Yaratılışının (hilkatinin) zorunlu bir borcudur.
• Netice-i San’at: Allah’ın sendeki san’atının tabii bir neticesidir.
Bu niyetle yapılan hizmet, insanı ucb ve riyadan kurtarır, ihlâsa (samimiyete) kavuşturur.
Bağlantılı Ayetler ve Mürâdif Mânalar:
• Nefsi Temize Çıkarmamak :
“…Artık kendinizi temize çıkarmayın. Çünkü O, Allah’a karşı gelmekten sakınanları en iyi bilendir.”
(Necm Sûresi, 53/32 – Ayetin sonu)
• Amellerde İhlâsın (Samimiyetin) Emredilmesi :
“Halbuki onlara, ancak dini Allah’a has kılarak, hakka yönelen kimseler olarak O’na kulluk etmeleri, namazı kılmaları ve zekâtı vermeleri emredilmişti. İşte bu dosdoğru dindir.”
(Beyyine Sûresi, 98/5)
• Riyanın Amelleri İptal Etmesi :
“Ey iman edenler! Allah’a ve âhiret gününe inanmadığı halde malını gösteriş (riya) için harcayan kimse gibi, başa kakmak ve incitmek suretiyle, yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın…”
(Bakara Sûresi, 2/264 – Ayetin başı)
Dördüncü Fıkra: Hakikî Marifet ve Fenâdan Bekâya Yükseliş
Fıkra Analizi:
Bu fıkra, Hâtime’nin en mühim ve derûnî kısmıdır. “Hakikat ilmi” ve “hakikî hikmet”in ne olduğunu açıklar: Bunlar, “Cenâb-ı Hakk’ın marifetini kazanmak”tır (Allah’ı tanımaktır).
Bu marifetin esası şudur: Bütün mevcudatın (varlıkların) hakikatleri, “İsm-i Hakk’ın şuaatı (yansımaları), esmasının tezahüratı (görünümleri) ve sıfâtının tecelliyatıdırlar (belirmeleridir).” Her bir şeyin hakikati, Allah’ın bir ismine (mesela ‘Musavvir’, ‘Sâni’, ‘Hakîm’ gibi) dayanır. Eğer o isme dayanmazsa, varlık “hakikatsız, ehemmiyetsiz bir suret” hükmüne düşer.
Fıkra daha sonra nefsin aldandığı “dünya hayatı”nın hakikatini açar. Maddî hayat, sadece “bulunduğun dakikadır.” O dakikadan evvelki bütün zaman (mazi) “meyyittir, ölmüştür.” O dakikadan sonraki bütün zaman (müstakbel) ise “ademdir, hiçtir.” Demek ki nefsin güvendiği maddî hayat, “bir ân-ı seyyale” (akıp giden bir an) kadardır.
Madem hakikat budur, çözüm: “Hayat-ı maddiye-i nefsiyeyi bırak. Kalb ve ruh ve sırrın derece-i hayatlarına çık.” Zira o manevî hayat mertebelerinde, bizim için ölü olan mazi ve yokluk olan müstakbel; “haydır, hayatdar ve mevcuddur.” (Ehl-i velâyet, nazar-ı iman ile maziye ve müstakbele bir “zaman-ı hazır” gibi bakabilir.)
Bu hakikati anlayan nefis (artık Eski Said değil, Yeni Said’in kalbi), şu meşhur feryadı eder:
“Fâniyim, fâni olanı istemem.
Âcizim, âciz olanı istemem.
Ruhumu Rahman’a teslim eyledim, gayr istemem.
İsterim, fakat bir yâr-ı bâki isterim.
Zerreyim, fakat bir Şems-i Sermed (ebedî güneş) isterim.
Hiç-ender-hiçim, fakat bu mevcudatı birden isterim.”
Bu, nefsin fenâsından (fâniliğini idrak etmesinden) geçip, Zât-ı Bâki ile bekâ bulmanın (kalıcılık kazanmanın) ilanıdır.
Bağlantılı Ayetler ve Mürâdif Mânalar:
• Her Şeyin Fâni, Yalnız O’nun Bâki Olması :
“Yer üzerinde bulunan her canlı yok olacaktır. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâki kalacaktır.”
(Rahmân Sûresi, 55/26-27)
• Hakikî Yöneliş (Ruhumu Rahman’a teslim eyledim) :
“Ben, hakka yönelen birisi olarak yüzümü, gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Ben, Allah’a ortak koşanlardan değilim.”
(En’âm Sûresi, 6/79)
• Allah’ın Nur Olması (Şems-i Sermed) :
“Allah, göklerin ve yerin nûrudur…”
(Nûr Sûresi, 24/35 – Ayetin başı)
Beşinci Fıkra: “Allahü Ekber” Tefekkürü (Eserden Müessire İntikal)
Fıkra Analizi:
Bu Arapça fıkra, “Allahü Ekber” (Allah en büyüktür) zikrinin ihtiva ettiği otuz üç tefekkür mertebesinden sadece bir mertebeye işarettir. Muhtevası, kâinattaki her şeyin O’nun isim ve sıfatlarının bir tecellisi olduğunu tasvir eder. Kâinat;
• O’nun Kaza ve Kader kaleminin “hatları” (çizgileri),
• İlim ve Hikmet pergelinin “nakışları”,
• San’at ve İnayet elinin “tezyinatı” (süslemeleri),
• Lütuf ve Kereminin “çiçekleri” (ezâhir),
• Rahmet ve Nimetinin “semereleri” (meyveleri),
• Ve Cemâl ve Kemâlinin “tecelliyatının parıltıları”dır (lem’alarıdır).
Fıkranın ikinci kısmı, marifetullah yolunda (Allah’ı tanıma) muazzam bir mantıkî silsileyi (zincirleme) kurar:
• el-Eserü’l-Mükemmel (Mükemmel eser) -> el-Fi’lü’l-Mükemmel’e (Mükemmel fiile/eyleme) delâlet eder.
• el-Fi’lü’l-Mükemmel -> el-İsmü’l-Mükemmel’e (Mükemmel isme) delâlet eder. (Mesela ‘ihya’ fiili, ‘Muhyî’ ismine).
• el-İsmü’l-Mükemmel -> el-Vasfü’l-Mükemmel’e (Mükemmel sıfata) delâlet eder. (Mesela ‘Muhyî’ ismi, ‘Hayat’ sıfatına).
• el-Vasfü’l-Mükemmel -> eş-Şe’nü’l-Mükemmel’e (Mükemmel şe’ne/duruma) delâlet eder.
• eş-Şe’nü’l-Mükemmel -> Kemâl-i Zât’a (Zât’ın mükemmelliğine) yakînî olarak delâlet eder.
Netice: “Aynaların fâni olması” (tefânî-i merâyâ), yani mevcudatın sürekli gelip geçmesi, yok olması (zeval bulması) ve fakat “tecellinin dâimî olması” (tecellî-i dâim); bu görünen güzelliğin (Cemâl-i Zâhir) aynalara (mazharlara/varlıklara) ait olmadığını isbat eder. Bu güzellik, “Cemâl-i Mücerred” (soyut, aşkın güzellik) sahibine, yani “Vâcibü’l-Vücûd”a (varlığı zorunlu olan) ve “Bâkî-i Vedûd”a (Kalıcı ve Seven) aittir.
Bağlantılı Ayetler ve Mürâdif Mânalar:
• Eserden Müessire Bakış (Tefekkür) :
“Bakmıyorlar mı deveye, nasıl yaratılmış? Göğe, nasıl yükseltilmiş? Dağlara, nasıl dikilmiş? Yeryüzüne, nasıl yayılmış?”
(Gâşiye Sûresi, 88/17-20)
• İsimlerin ve Sıfatların Kemâli :
“En güzel isimler (el-esmâü’l-hüsnâ) Allah’ındır. O’na o güzel isimleriyle dua edin…”
(A’râf Sûresi, 7/180 – Ayetin başı)
• Zât’ın Mükemmelliği ve Benzersizliği :
“…O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”
(Şûrâ Sûresi, 42/11 – Ayetin ortası)
Hülâsa (Özet):
Bu Hâtime, “Eski Said”in şahsında temsil edilen enaniyetin (gurur, ucb, riya, fahr) nasıl bir mantıkî ve derûnî muhasebe ile kırıldığını; Tevhid hakikati, nimetin sahibini bilme, ihlâsın zarureti, dünyanın fâniliği ve marifetullahın (Allah’ı tanımanın) yegâne hakikat oluşuyla nefsin nasıl teslime mecbur edildiğini tasvir eden muazzam bir tefekkür ve tezkiye metnidir.
Tılsım-ı kâinatı keşfeden, Kur’an-ı Hakîm’in mühim bir tılsımını halleden
Otuzuncu Söz
“Ene” ve “zerre”den ibaret bir “elif” bir “nokta”dır.
Şu Söz iki maksaddır. Birinci Maksad, “Ene”nin mahiyet ve neticesinden; İkinci Maksad, “zerre”nin hareket ve vazifesinden bahseder.
Birinci Maksad
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
اِنَّا عَرَضْنَا الْاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَالْجِبَالِ فَاَبَيْنَ اَنْ يَحْمِلْنَهَا وَاَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا اْلاِنْسَانُ اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولاً
Şu âyetin büyük hazinesinden tek bir cevherine işaret edeceğiz. Şöyle ki:
Gök, zemin, dağ tahammülünden çekindiği ve korktuğu emanetin müteaddid vücuhundan bir ferdi, bir vechi, ene’dir. Evet ene, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nurani bir şecere-i tûbâ ile, müdhiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir. Şu azîm hakikata girişmeden evvel, o hakikatın fehmini teshil edecek bir mukaddime beyan ederiz. Şöyle ki:
Ene, künuz-u mahfiye olan esma-i İlahiyenin anahtarı olduğu gibi, kâinatın tılsım-ı muğlakının dahi anahtarı olarak bir muamma-yı müşkilküşadır,
bir tılsım-ı hayretfezadır. O ene mahiyetinin bilinmesiyle, o garib muamma, o acib tılsım olan ene açılır ve kâinat tılsımını ve âlem-i vücubun künuzunu dahi açar. Şu mes’eleye dair “Şemme” isminde bir risale-i arabiyemde şöyle bahsetmişiz ki: Âlemin miftahı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır. Kâinat kapıları zahiren açık görünürken, hakikaten kapalıdır. Cenab-ı Hak, emanet cihetiyle insana “ene” namında öyle bir miftah vermiş ki; âlemin bütün kapılarını açar ve öyle tılsımlı bir enaniyet vermiş ki; Hallak-ı Kâinat’ın künuz-u mahfiyesini onun ile keşfeder. Fakat ene, kendisi de gayet muğlak bir muamma ve açılması müşkil bir tılsımdır. Eğer onun hakikî mahiyeti ve sırr-ı hilkati bilinse; kendisi açıldığı gibi, kâinat dahi açılır. Şöyle ki:
Sâni’-i Hakîm, insanın eline emanet olarak, rububiyetinin sıfât ve şuunatının hakikatlarını gösterecek, tanıttıracak, işarat ve nümuneleri câmi’ bir ene vermiştir. Tâ ki o ene, bir vâhid-i kıyasî olup, evsaf-ı rububiyet ve şuunat-ı uluhiyet bilinsin. Fakat vâhid-i kıyasî, bir mevcud-u hakikî olmak lâzım değil. Belki hendesedeki farazî hatlar gibi, farz ve tevehhümle bir vâhid-i kıyasî teşkil edilebilir. İlim ve tahakkukla hakikî vücudu lâzım değildir.
SUAL:
Niçin Cenab-ı Hakk’ın sıfât ve esmasının marifeti, enaniyete bağlıdır?
ELCEVAB:
Çünki mutlak ve muhit bir şeyin hududu ve nihayeti olmadığı için, ona bir şekil verilmez ve üstüne bir suret ve bir taayyün vermek için hükmedilmez, mahiyeti ne olduğu anlaşılmaz. Meselâ: Zulmetsiz daimî bir ziya, bilinmez ve hissedilmez. Ne vakit hakikî veya vehmî bir karanlık ile bir had çekilse, o vakit bilinir. İşte Cenab-ı Hakk’ın ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîm gibi sıfât ve esması; muhit, hududsuz, şeriksiz olduğu için onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz. Öyle ise hakikî nihayet ve hadleri olmadığından, farazî ve vehmî bir haddi çizmek lâzım geliyor. Onu da enaniyet yapar. Kendinde bir rububiyet-i mevhume, bir mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur eder; bir had çizer. Onun ile muhit sıfatlara bir hadd-i mevhum vaz’eder. “Buraya kadar benim, ondan sonra onundur” diye bir taksimat yapar. Kendindeki ölçücükler ile, onların mahiyetini yavaş yavaş anlar. Meselâ: Daire-i mülkünde mevhum rububiyetiyle, daire-i mümkinatta Hâlıkının rububiyetini anlar ve zahir mâlikiyetiyle, Hâlıkının hakikî mâlikiyetini fehmeder ve “Bu haneye mâlik olduğum gibi, Hâlık da şu kâinatın mâlikidir.” der ve cüz’î ilmiyle onun ilmini fehmeder ve kesbî san’atçığıyla o Sâni’-i Zülcelal’in ibda-i san’atını anlar.
Meselâ: “Ben şu evi nasıl yaptım ve tanzim ettim. Öyle de şu dünya hanesini birisi yapmış ve tanzim etmiş.” der. Ve hâkeza… Bütün sıfât ve şuunat-ı İlahiyeyi bir derece bildirecek, gösterecek binler esrarlı ahval ve sıfât ve hissiyat, ene’de münderiçtir.
Demek ene, âyine-misal ve vâhid-i kıyasî ve âlet-i inkişaf ve mana-yı harfî gibi; manası kendinde olmayan ve başkasının manasını gösteren, vücud-u insaniyetin kalın ipinden şuurlu bir tel ve mahiyet-i beşeriyenin hullesinden ince bir ip ve şahsiyet-i âdemiyetin kitabından bir eliftir ki, o elif’in “iki yüzü” var. Biri, hayra ve vücuda bakar. O yüz ile yalnız feyze kabildir. Vereni kabul eder, kendi icad edemez. O yüzde fâil değil, icaddan eli kısadır. Bir yüzü de şerre bakar ve ademe gider. Şu yüzde o fâildir, fiil sahibidir. Hem onun mahiyeti, harfiyedir; başkasının manasını gösterir. Rububiyeti hayaliyedir. Vücudu o kadar zaîf ve incedir ki; bizzât kendinde hiçbir şeye tahammül edemez ve yüklenemez. Belki eşyanın derecat ve miktarlarını bildiren mizan-ül hararet ve mizan-ül hava gibi mizanlar nev’inden bir mizandır ki; Vâcib-ül Vücud’un mutlak ve muhit ve hududsuz sıfâtını bildiren bir mizandır.
İşte mahiyetini şu tarzda bilen ve iz’an eden ve ona göre hareket eden
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا
beşaretinde dâhil olur. Emaneti bihakkın eda eder ve o enenin dûrbîniyle, kâinat ne olduğunu ve ne vazife gördüğünü görür ve âfâkî malûmat nefse geldiği vakit, ene’de bir musaddık görür. O ulûm, nur ve hikmet olarak kalır. Zulmet ve abesiyete inkılab etmez. Vaktaki ene, vazifesini şu suretle îfa etti; vâhid-i kıyasî olan mevhum rububiyetini ve farazî mâlikiyetini terkeder.
لَهُ الْمُلْكُ وَ لَهُ الْحَمْدُ وَ لَهُ الْحُكْمُ وَ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
der. Hakikî ubudiyetini takınır. Makam-ı “ahsen-i takvim”e çıkar.
Eğer o ene, hikmet-i hilkatini unutup, vazife-i fıtriyesini terkederek kendine mana-yı ismiyle baksa, kendini mâlik itikad etse; o vakit emanette hıyanet eder,
وَ قَدْ خَابَ مَنْ دَسّٰيهَا
altında dâhil olur. İşte bütün şirkleri ve şerleri ve dalaletleri tevlid eden enaniyetin şu cihetindendir ki; semavat ve arz ve cibal tedehhüş etmişler, farazî bir şirkten korkmuşlar. Evet ene ince bir elif, bir tel, farazî bir hat iken, mahiyeti bilinmezse, tesettür toprağı altında neşvünema bulur; gittikçe kalınlaşır. Vücud-u insanın her tarafına yayılır. Koca bir ejderha gibi, vücud-u insanı bel’ eder. Bütün o insan, bütün letaifiyle âdeta ene olur. Sonra nev’in enaniyeti de bir asabiyet-i nev’iye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip; o ene, enaniyet-i nev’iyeye istinad ederek, şeytan gibi, Sâni’-i Zülcelal’in evamirine karşı mübareze eder. Sonra kıyas-ı binnefs suretiyle herkesi, hattâ herşeyi kendine kıyas edip, Cenab-ı Hakk’ın mülkünü onlara ve esbaba taksim eder. Gayet azîm bir şirke düşer.
اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظ۪يمٌ
mealini gösterir. Evet nasıl mîrî malından kırk parayı çalan bir adam, bütün hazır arkadaşlarına birer dirhem almasını kabul ile hazmedebilir. Öyle de “Kendime mâlikim” diyen adam, “Herşey kendine mâliktir” demeye ve itikad etmeye mecburdur.
İşte ene, şu hainane vaziyetinde iken; cehl-i mutlaktadır. Binler fünunu bilse de, cehl-i mürekkeble bir echeldir. Çünki duyguları, efkârları kâinatın envâr-ı marifetini getirdiği vakit, nefsinde onu tasdik edecek, ışıklandıracak ve idame edecek bir madde bulmadığı için sönerler. Gelen herşey, nefsindeki renkler ile boyalanır. Mahz-ı hikmet gelse, nefsinde abesiyet-i mutlaka suretini alır. Çünki şu haldeki ene’nin rengi, şirk ve ta’tildir, Allah’ı inkârdır. Bütün kâinat parlak âyetlerle dolsa; o ene’deki karanlıklı bir nokta, onları nazarda söndürür, göstermez. Onbirinci Söz’de mahiyet-i insaniyenin ve mahiyet-i insaniyedeki enaniyetin, -mana-yı harfî cihetiyle- ne kadar hassas bir mizan ve doğru bir mikyas ve muhit bir fihriste ve mükemmel bir harita ve câmi’ bir âyine ve kâinata güzel bir takvim, bir ruzname olduğu gayet kat’î bir surette tafsil edilmiştir. Ona müracaat edilsin. O Söz’deki tafsilata iktifaen kısa keserek mukaddimeye nihayet verdik. Eğer mukaddimeyi anladınsa gel, hakikata giriyoruz.
İşte bak: Âlem-i insaniyette, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar iki cereyan-ı azîm, iki silsile-i efkâr; her tarafta ve her tabaka-i insaniyede dal budak salmış, iki şecere-i azîme hükmünde… Biri, silsile-i nübüvvet ve diyanet; diğeri, silsile-i felsefe ve hikmet, gelmiş gidiyor. Her ne vakit o iki silsile imtizac ve ittihad etmiş ise, yani silsile-i felsefe, silsile-i diyanete dehalet edip itaat ederek hizmet etmişse; âlem-i insaniyet parlak bir surette bir saadet, bir hayat-ı içtimaiye geçirmiştir. Ne vakit ayrı gitmişler ise, bütün hayır ve nur, silsile-i nübüvvet ve diyanet etrafına toplanmış ve şerler ve dalaletler, felsefe silsilesinin etrafına cem’olmuştur. Şimdi şu iki silsilenin menşe’lerini, esaslarını bulmalıyız.
İşte diyanet silsilesine itaat etmeyen silsile-i felsefe ki, bir şecere-i zakkum suretini alıp, şirk ve dalalet zulümatını etrafına dağıtır. Hattâ kuvve-i akliye dalında; Dehriyyun, Maddiyyun, Tabiiyyun meyvelerini, beşer aklının eline vermiş. Ve kuvve-i gazabiye dalında; Nemrudları, Firavunları, Şeddadları
{(Haşiye): Evet Nemrudları, Firavunları yetiştiren ve dayelik edip emziren, eski Mısır ve Babil’in ya sihir derecesine çıkmış veyahut hususî olduğu için etrafında sihir telakki edilen eski felsefeleri olduğu gibi; âliheleri eski Yunan kafasında yerleştiren ve esnamı tevlid eden felsefe-i tabiiye bataklığıdır. Evet tabiatın perdesi ile Allah’ın nurunu görmeyen insan, herşeye bir uluhiyet verip kendi başına musallat eder.}
beşerin başına atmış. Ve kuvve-i şeheviye-i behimiye dalında; âliheleri, sanemleri ve uluhiyet dava edenleri semere vermiş, yetiştirmiş. O şecere-i zakkumun menşei ile silsile-i nübüvvetin ki bir şecere-i tûbâ-i ubudiyet hükmünde bulunan o silsilenin, küre-i zeminin bağında mübarek dalları: Kuvve-i akliye dalında enbiya ve mürselîn ve evliya ve sıddıkîn meyvelerini yetiştirdiği gibi.. kuvve-i dafia dalında âdil hâkimleri, melek gibi melikler meyvesini veren ve kuvve-i cazibe dalında hüsn-ü sîret ve ismetli cemal-i suret ve sehavet ve keremnamdarlar meyvesini yetiştiren ve beşer nasıl şu kâinatın en mükemmel bir meyvesi olduğunu gösteren o şecerenin menşei ile beraber ene’nin iki cihetindedir. O iki şecereye menşe’ ve medar, esaslı bir çekirdek olarak ene’nin iki vechini beyan edeceğiz. Şöyle ki:
Ene’nin bir vechini nübüvvet tutmuş gidiyor; diğer vechini felsefe tutmuş geliyor.
Nübüvvetin vechi olan birinci vecih:
Ubudiyet-i mahzanın menşeidir. Yani ene, kendini abd bilir. Başkasına hizmet eder, anlar. Mahiyeti harfiyedir. Yani başkasının manasını taşıyor, fehmeder. Vücudu, tebaîdir. Yani başka birisinin vücudu ile kaim ve icadıyla sabittir, itikad eder. Mâlikiyeti, vehmiyedir. Yani kendi mâlikinin izni ile; surî, muvakkat bir mâlikiyeti vardır, bilir. Hakikatı, zılliyedir. Yani, hak ve vâcib bir hakikatın cilvesini taşıyan mümkin ve miskin bir zılldir. Vazifesi ise, kendi Hâlıkının sıfât ve şuunatına mikyas ve mizan olarak, şuurkârane bir hizmettir. İşte enbiya ve enbiya silsilesindeki asfiya ve evliya ene’ye şu vecihle bakmışlar, böyle görmüşler, hakikatı anlamışlar. Bütün mülkü Mâlik-ül Mülk’e teslim etmişler ve hükmetmişler ki: O Mâlik-i Zülcelal’in ne mülkünde, ne rububiyetinde, ne uluhiyetinde şerik ve naziri yoktur; muin ve vezire muhtaç değil; herşeyin anahtarı onun elindedir; herşeye Kadir-i Mutlak’tır. Esbab, bir perde-i zahiriyedir; tabiat, bir şeriat-ı fıtriyesidir ve kanunlarının bir mecmuasıdır ve kudretinin bir mistarıdır. İşte şu parlak nurani güzel yüz, hayatdar ve manidar bir çekirdek hükmüne geçmiş ki; Hâlık-ı Zülcelal bir şecere-i tûbâ-i ubudiyeti ondan halketmiştir ki, onun mübarek dalları, âlem-i beşeriyetin her tarafını nurani meyvelerle tezyin etmiştir. Bütün zaman-ı mazideki zulümatı dağıtıp, o uzun zaman-ı mazi; felsefenin gördüğü gibi bir mezar-ı ekber, bir ademistan olmadığını, belki istikbale ve saadet-i ebediyeye atlamak için, ervah-ı âfilîne bir medar-ı envâr ve muhtelif basamaklı bir mi’rac-ı münevver ve ağır yüklerini bırakan ve serbest kalan ve dünyadan göçüp giden ruhların nurani bir nuristanı ve bir bostanı olduğunu gösterir.
İkinci vecih ise:
Felsefe tutmuştur. Felsefe ise, ene’ye mana-yı ismiyle bakmış. Yani kendi kendine delalet eder, der. Manası kendindedir, kendi hesabına çalışır, hükmeder. Vücudu aslî, zâtî olduğunu telakki eder. Yani zâtında bizzât bir vücudu vardır, der. Bir hakk-ı hayatı var, daire-i tasarrufunda hakikî mâliktir, zu’meder. Onu bir hakikat-ı sabite zanneder. Vazifesini, hubb-u zâtından neş’et eden bir tekemmül-ü zâtî olduğunu bilir ve hâkeza.. çok esasat-ı fasideye mesleklerini bina etmişler.
O esasat, ne kadar esassız ve çürük olduğunu sair risalelerimde ve bilhâssa Sözlerde hususan Onikinci ve Yirmibeşinci Sözlerde kat’î isbat etmişiz. Hattâ silsile-i felsefenin en mükemmel ferdleri ve o silsilenin dâhîleri olan Eflatun ve Aristo, İbn-i Sina ve Farabî gibi adamlar; “İnsaniyetin gayet-ül gayatı, “Teşebbüh-ü bil-Vâcib”dir.. yani Vâcib-ül Vücud’a benzemektir.” deyip firavunane bir hüküm vermişler ve enaniyeti kamçılayıp şirk derelerinde serbest koşturarak; esbabperest, sanemperest, tabiatperest, nücumperest gibi çok enva’-ı şirk taifelerine meydan açmışlar. İnsaniyetin esasında münderiç olan acz u za’f, fakr u ihtiyaç, naks u kusur kapılarını kapayıp, ubudiyetin yolunu seddetmişler. Tabiata saplanıp, şirkten tamamen çıkamayıp, şükrün geniş kapısını bulamamışlar.
Nübüvvet ise: Gaye-i insaniyet ve vazife-i beşeriyet, ahlâk-ı İlahiye ile ve secaya-yı hasene ile tahalluk etmekle beraber, aczini bilip kudret-i İlahiyeye iltica, za’fını görüp kuvvet-i İlahiyeye istinad, fakrını görüp rahmet-i İlahiyeye itimad, ihtiyacını görüp gına-i İlahiyeden istimdad, kusurunu görüp afv-ı İlahîye istiğfar, naksını görüp kemal-i İlahîye tesbihhan olmaktır diye, ubudiyetkârane hükmetmişler.
İşte diyanete itaat etmeyen felsefenin böyle yolu şaşırdığı içindir ki; ene kendi dizginini eline almış, dalaletin herbir nev’ine koşmuş. İşte şu vecihteki ene’nin başı üstünde bir şecere-i zakkum neşvünema bulup, âlem-i insaniyetin yarısından fazlasını kaplamış.
İşte o şecerenin kuvve-i şeheviye-i behimiye dalında, beşerin enzarına verdiği meyveler ise; esnamlar ve âlihelerdir. Çünki felsefenin esasında, kuvvet müstahsendir. Hattâ “Elhükmü lil-galib” bir düsturudur. “Galebe edende bir kuvvet var. Kuvvette hak vardır.” der.
{(Haşiye-1): Düstur-u nübüvvet “Kuvvet haktadır, hak kuvvette değildir” der, zulmü keser, adaleti temin eder.}
Zulmü manen alkışlamış; zalimleri teşci’ etmiştir ve cebbarları, uluhiyet davasına sevketmiştir. Hem masnu’daki güzelliği ve nakıştaki hüsnü, masnua ve nakşa mal edip, Sâni’ ve Nakkaş’ın mücerred ve mukaddes cemalinin cilvesine nisbet etmeyerek, “Ne güzel yapılmış” yerine “Ne güzeldir” der. Perestişe lâyık bir sanem hükmüne getirir. Hem herkese satılan müzahref, hodfüruş, gösterici, riyakâr bir hüsnü istihsan ettiği için riyakârları alkışlamış, sanem-misalleri kendi âbidlerine âbide
{(Haşiye-2): Yani o sanem-misaller perestişkârlarının hevesatlarına hoş görünmek ve teveccühlerini kazanmak için riyakârane gösteriş ile ibadet gibi bir vaziyet gösteriyorlar.}
yapmıştır. O şecerenin kuvve-i gazabiye dalında, bîçare beşerin başında küçük-büyük Nemrudlar, Firavunlar, Şeddadlar meyvelerini yetiştirmiş. Kuvve-i akliye dalında, âlem-i insaniyetin dimağına Dehriyyun, Maddiyyun, Tabiiyyun gibi meyveleri vermiş; beşerin beynini bin parça etmiştir.
Şimdi şu hakikatı tenvir için, felsefe mesleğinin esasat-ı fasidesinden neş’et eden neticeleriyle, silsile-i nübüvvetin esasat-ı sadıkasından tevellüd eden neticelerinin binler müvazenesinden nümune olarak üç-dört misal zikrediyoruz.
Meselâ:
Nübüvvetin hayat-ı şahsiyedeki düsturî neticelerinden
تَخَلَّقُوا بِاَخْلَاقِ اللّٰهِ
kaidesiyle “Ahlâk-ı İlahiye ile muttasıf olup Cenab-ı Hakk’a mütezellilane teveccüh edip acz, fakr, kusurunuzu bilip dergahına abd olunuz” düsturu nerede? Felsefenin teşebbüh-ü bil-Vâcib insaniyetin gayet-i kemalidir kaidesiyle “Vâcib-ül Vücud’a benzemeğe çalışınız” hodfüruşane düsturu nerede? Evet nihayetsiz acz, za’f, fakr, ihtiyaç ile yoğrulmuş olan mahiyet-i insaniye nerede? Nihayetsiz kadîr, kavî, gani ve müstağni olan Vâcib-ül Vücud’un mahiyeti nerede?..
İkinci Misal:
Nübüvvetin hayat-ı içtimaiyedeki düsturî neticelerinden ve şems ve kamerden tut, tâ nebatat hayvanatın imdadına ve hayvanat insanın imdadına, hattâ zerrat-ı taamiye hüceyrat-ı bedenin imdadına ve muavenetine koşturulan düstur-u teavün, kanun-u kerem, namus-u ikram nerede? Felsefenin hayat-ı içtimaiyedeki düsturlarından ve yalnız bir kısım zalim ve canavar insanların ve vahşi hayvanların, fıtratlarını sû’-i istimallerinden neş’et eden düstur-u cidal nerede? Evet düstur-u cidali o kadar esaslı ve küllî kabul etmişler ki, “Hayat bir cidaldir” diye eblehane hükmetmişler.
Üçüncü Misal:
Nübüvvetin tevhid-i İlahî hakkındaki netaic-i âliyesinden ve düstur-u galiyesinden
اَلْوَاحِدُ لَا يَصْدُرُ اِلَّا عَنِ الْوَاحِدِ
yani “Her birliği bulunan, yalnız birden sudûr edecektir. Madem her şeyde ve bütün eşyada bir birlik var, demek bir tek zâtın icadıdır” diye olan tevhidkârane düsturu nerede? Eski felsefenin bir düstur-u itikadiyesinden olan
اَلْوَاحِدُ لَا يَصْدُرُ عَنْهُ اِلَّا الْوَاحِدُ
“Birden bir sudûr eder” yani “Bir zâttan, bizzât bir tek sudûr edebilir. Sair şeyler, vasıtalar vasıtasıyla ondan sudûr eder” diye Ganiyy-i Ale-l-ıtlak ve Kadîr-i Mutlak’ı âciz vesaite muhtaç göstererek, bütün esbaba ve vesaite, rububiyette bir nevi şirket verip Hâlık-ı Zülcelal’e, “akl-ı evvel” namında bir mahluku verip, âdeta sair mülkünü esbaba ve vesaite taksim ederek bir şirk-i azîme yol açan, şirk-âlûd ve dalalet-pişe o felsefenin düsturu nerede? Hükemanın yüksek kısmı olan İşrakiyyun böyle haltetseler; Maddiyyun, Tabiiyyun gibi aşağı kısımları ne kadar haltedeceklerini kıyas edebilirsin.
Dördüncü Misal:
Nübüvvetin düstur-u hakîmanesinden
وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪
sırrıyla: “Herşeyin, her zîhayatın neticesi ve hikmeti kendine ait bir ise; Sâni’ine ait neticeleri, Fâtır’ına bakan hikmetleri binlerdir. Herbir şeyin, hattâ bir meyvenin; bir ağacın meyveleri kadar hikmetleri, neticeleri bulunduğu” mahz-ı hakikat olan düstur-u hikmet nerede? Felsefenin “Herbir zîhayatın neticesi kendine bakar veyahut insanın menafi’ine aittir” diye, koca bir dağ gibi ağaca, hardal gibi bir meyve, bir netice takmak gibi gayet manasız bir abesiyet içinde gördüğü hikmetsiz hikmet-i müzahrefe düsturları nerede?
Şu hakikat, Onuncu Söz’ün Onuncu Hakikatında bir derece gösterildiğinden kısa kestik. İşte bu dört misale, binler misali kıyas edebilirsin. “Lemaat” namındaki bir risalede bir kısmına işaret etmişiz.
İşte felsefenin şu esasat-ı fasidesinden ve netaic-i vahîmesindendir ki: İslâm hükemasından İbn-i Sina ve Farabî gibi dâhîler, şaşaa-i surîsine meftun olup, o mesleğe aldanıp, o mesleğe girdiklerinden; âdi bir mü’min derecesini ancak kazanabilmişler. Hattâ İmam-ı Gazalî gibi bir Hüccet-ül İslâm, onlara o dereceyi de vermemiş.
Hem mütekellimînin mütebahhirîn ülemasından olan Mu’tezile imamları, zînet-i surîsine meftun olup, o mesleğe ciddî temas ederek, aklı hâkim ittihaz ettiklerinden, ancak fâsık, mübtedi bir mü’min derecesine çıkabilmişler. Hem üdeba-yı İslâmiyenin meşhurlarından, bedbînlikle maruf Ebu-l Alâ-i Maarrî ve yetimane ağlayışıyla mevsuf Ömer Hayyam gibilerin, o mesleğin nefs-i emmareyi okşayan zevkiyle zevklenmesi sebebiyle, ehl-i hakikat ve kemalden bir sille-i tahkir ve tekfir yiyip; “Edebsizlik ediyorsunuz, zındıkaya giriyorsunuz, zındıkları yetiştiriyorsunuz” diye zecirkârane te’dib tokatlarını almışlar.
Hem meslek-i felsefenin esasat-ı fasidesindendir ki: Ene, kendi zâtında hava gibi zaîf bir mahiyeti olduğu halde, felsefenin meş’um nazarı ile mana-yı ismî cihetiyle baktığı için; güya buhar-misal o ene temeyyu edip, sonra ülfet cihetiyle ve maddiyata tevaggul sebebiyle güya tasallub ediyor. Sonra gaflet ve inkâr ile o enaniyet tecemmüd eder. Sonra isyan ile tekeddür eder, şeffafiyetini kaybeder. Sonra gittikçe kalınlaşıp sahibini yutar. Nev’-i insanın efkârıyla şişer. Sonra sair insanları, hattâ esbabı kendine ve nefsine kıyas edip, onlara -kabul etmedikleri ve teberri ettikleri halde- birer firavunluk verir. İşte o vakit, Hâlık-ı Zülcelal’in evamirine karşı mübareze vaziyetini alır.
مَنْ يُحْيِى الْعِظَامَ وَ هِىَ رَم۪يمٌ
der. Meydan okur gibi Kadîr-i Mutlak’ı acz ile ittiham eder. Hattâ Hâlık-ı Zülcelal’in evsafına müdahale eder. İşine gelmeyenleri ve nefs-i emmarenin firavunluğunun hoşuna gitmeyenleri ya red, ya inkâr, ya tahrif eder. Ezcümle:
Felasifenin bir taifesi, Cenab-ı Hakk’a “mûcib-i bizzât” demişler, ihtiyarını nefyetmişler; ihtiyarını isbat eden bütün kâinatın nihayetsiz şehadetlerini tekzib etmişler. Feyâ Sübhanallah! Şu kâinatta zerreden şemse kadar bütün mevcudat taayyünatlarıyla, intizamatıyla, hikmetleriyle, mizanlarıyla Sâni’in ihtiyarını gösterdikleri halde, şu kör olası felsefenin gözü görmüyor. Hem bir kısım felasife, “Cüz’iyata ilm-i İlahî taalluk etmiyor” diye ilm-i İlahînin azametli ihatasını nefyedip, bütün mevcudatın şehadat-ı sadıkalarını reddetmişler. Hem felsefe, esbaba tesir verip, tabiat eline icad verir. Yirmiikinci Söz’de kat’î bir surette isbat edildiği gibi; her şeyde Hâlık-ı Külli Şey’e has, parlak sikkeyi görmeyip âciz, camid, şuursuz, kör ve iki eli tesadüf ve kuvvet gibi iki körün elinde olan tabiata masdariyet verip, binler hikmet-i âliyeyi ifade eden ve herbiri birer mektubat-ı Samedaniye hükmünde olan mevcudatın bir kısmını ona mal eder. Hem Onuncu Söz’de isbat edildiği gibi, Cenab-ı Hak bütün esmasıyla ve kâinat bütün hakaikıyla ve silsile-i nübüvvet bütün tahkikatıyla ve Kütüb-ü Semaviye bütün âyâtıyla gösterdikleri haşir ve âhiret kapısını bulmayıp, haşri nefyedip, ervahlara bir ezeliyet isnad etmişler.
İşte bu hurafatlara sair mes’elelerini kıyas edebilirsin. Evet şeytanlar, güya ene’nin gaga ve pençesiyle dinsiz feylesoflarının akıllarını havaya kaldırıp dalalet derelerine atıp dağıtmıştır. Küçük âlemde ene, büyük âlemde tabiat gibi tagutlardandır.
فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِنْ بِاللّٰهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰى لَا انْفِصَامَ لَهَا وَاللّٰهُ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ
Geçen hakikatı tenvir edecek bir seyahat-ı hayaliye suretinde nim-manzum olarak “Lemaat”ta yazdığım bir vakıa-i misaliyenin mealini şurada zikretmeğe münasebet geldi. Şöyle ki:
Bu risalenin te’lifinden sekiz sene evvel İstanbul’da, Ramazan-ı Şerifte, meslek-i felsefe ile münasebette bulunan Eski Said’in Yeni Said’e inkılab edeceği bir hengâmdadır ki, Fatiha-i Şerife’nin âhirinde
صِرَاطَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَ لَا الضَّٓالّ۪ينَ
ile işaret ettiği üç mesleği düşünürken şöyle bir vakıa-i hayaliye, bir hâdise-i misaliye, rü’yaya benzer bir hâdise gördüm ki:
Kendimi, bir sahra-yı azîmede görüyorum. Bütün zeminin yüzünü; karanlıklı, sıkıcı ve boğucu bir bulut tabakası kaplamış. Ne nesim var, ne ziya, ne âb-ı hayat.. hiçbirisi bulunmuyor. Her tarafı canavarlar, muzır ve muvahhiş mahluklarla dolu olduğunu tevehhüm ettim. Kalbime geldiki: “Şu zeminin öteki tarafında ziya, nesim, âb-ı hayat var. Oraya geçmek lâzım.” Baktım ki, ihtiyarsız sevk olunuyorum. Zeminin içinde, tünel-vari bir mağaraya sokuldum. Gitgide zeminin içinde seyahat ettim. Bakıyorum ki: Benden evvel o taht-el arz yolda çok kimseler gitmişler. Her tarafta boğulup kalmışlar. Onların ayak izlerini görüyordum. Bazılarının bir zaman seslerini işitiyordum. Sonra sesleri kesiliyordu.
Ey, hayali ile benim seyahat-ı hayaliyeme iştirak eden arkadaş! O zemin, tabiattır ve felsefe-i tabiiyedir. Tünel ise, ehl-i felsefenin efkârı ile hakikata yol açmak için açtıkları meslektir. Gördüğüm ayak izleri, Eflatun ve Aristo
{(Haşiye): Eğer desen: “Sen necisin, bu meşahire karşı meydana çıkıyorsun? Sen bir sinek gibi olup da, kartalların uçmalarına karışıyorsun?” Ben de derim ki: “Kur’an gibi bir üstad-ı ezeliyem varken, dalalet-âlûd felsefenin ve evham-âlûd aklın şakirdleri olan o kartallara, hakikat ve marifet yolunda, sinek kanadı kadar da kıymet vermeğe mecbur değilim. Ben onlardan ne kadar aşağı isem, onların üstadı dahi, benim üstadımdan bin defa daha aşağıdır. Üstadımın himmetiyle, onları garkeden madde, ayağımı da ıslatamadı. Evet büyük bir padişahın, onun kanununu ve evamirini hâmil küçük bir neferi, küçük bir şahın büyük bir müşirinden daha büyük işler görebilir.”}
gibi meşahirlerindir. İşittiğim sesler, İbn-i Sina ve Farabî gibi dâhîlerindir. Evet İbn-i Sina’nın bazı sözlerini, kanunlarını bazı yerlerde görüyordum. Sonra, bütün bütün kesiliyordu. Daha ileri gidememiş. Demek boğulmuş. Her ne ise, seni meraktan kurtarmak için hayalin altındaki hakikatın bir köşesini gösterdim. Şimdi seyahatıma dönüyorum.
Gitgide baktım ki benim elime iki şey verildi. Biri, bir elektrik; o taht-el arz tabiatın zulümatını dağıtır. Diğeri, bir âlet ile dahi azîm kayalar, dağ-misal taşlar parçalanıp bana yol açılıyor. Kulağıma denildi ki: “Bu elektrik ile o âlet, Kur’anın hazinesinden size verilmiştir.” Her ne ise, çok zaman öylece gittim. Baktım ki, öteki tarafa çıktım. Gayet güzel bir bahar mevsiminde bulutsuz bir güneş, ruh-efza bir nesim, hayatdar bir âb-ı leziz, her taraf şenlik içinde bir âlem gördüm. Elhamdülillah dedim.
Sonra baktım ki, ben kendi kendime mâlik değilim. Birisi beni tecrübe ediyor. Yine evvelki vaziyette o sahra-yı azîmede, boğucu bulut altında yine ben kendimi gördüm. Daha başka bir yolda bir saik beni sevkediyordu. Bu defa taht-ez zemin değil, belki seyr ü seyahatla yeryüzünü kat’edip öteki yüze geçmek için gidiyordum. O seyahatımda öyle acaib ve garaibi görüyordum ki, tarif edilmez. Deniz bana hiddet ediyor, fırtına beni tehdid eder, herşey bana müşkilât peyda eder. Fakat yine Kur’andan bana verilen bir vasıta-i seyahatımla geçiyordum, galebe çalıyordum. Gitgide bakıyordum, her tarafta seyyahların cenazeleri bulunuyor. O seyahatı bitirenler, binde ancak birdir. Her ne ise… O buluttan kurtulup, zeminin öteki yüzüne geçip güzel güneşle karşılaştım. Ruh-efza nesimi teneffüs ederek, Elhamdülillah dedim. O cennet gibi o âlemi seyre başladım.
Sonra baktım: Biri var ki, beni orada bırakmıyor. Başka yolu bana gösterecek gibi, yine beni bir anda o müdhiş sahraya getirdi. Baktım ki: Yukarıdan inmiş aynı asansörler gibi muhtelif tarzlarda bazı tayyare, bazı otomobil, bazı zenbil gibi şeyler görünüyor. Kuvvet ve istidada göre onlara atılsa yukarıya çekiliyor. Ben de birisine atladım. Baktım, bir dakika zarfında bulutun fevkine beni çıkardı. Gayet güzel, müzeyyen, yeşil dağların üstüne çıktım. O bulut tabakası, dağın yarısına kadar gelmemişti. En latif bir nesim, en leziz bir âb, en şirin bir ziya her tarafta görünüyor. Baktım ki: O asansörler gibi nurani menziller, her tarafta var. Hattâ iki seyahatımda ve zeminin öteki yüzünde onları görmüştüm. anlamamıştım. Şimdi anlıyorum ki şunlar, Kur’an-ı Hakîm’in âyetlerinin cilveleridir.
İşte
وَلَا الضَّٓالّ۪ينَ
ile işaret olunan evvelki yol, tabiata saplananların ve tabiiyyun fikrini taşıyanların mesleğidir ki; onda, hakikata ve nura geçmek için ne kadar müşkilât olduğunu hissettiniz.
غَيْرِ الْمَغْضُوبِ
ile işaret olunan ikinci yol, esbabperestlerin ve vesaite icad ve tesir verenlerin, Meşaiyyun hükeması gibi; yalnız akıl ile, fikir ile hakikat-ül hakaika ve Vâcib-ül Vücud’un marifetine yol açanların mesleğidir.
اَلَّذ۪ينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ
ile işaret olunan üçüncü yol ise: Sırat-ı müstakim ehli olan ehl-i Kur’anın cadde-i nuraniyesidir ki en kısa, en rahat, en selâmet ve herkese açık, semavî ve rahmanî ve nuranî bir meslektir.
* * *******
Risale-i Nur Külliyatı’ndan Otuzuncu Söz’ün “Birinci Maksad”ı, “Ene” (Enaniyet) bahsinin en derin ve esaslı izahlarından birini teşkil etmektedir.
Bu “Söz”, kâinatın tılsımını keşfeden Kur’an-ı Hakîm’in mühim bir tılsımını, yani “Ene” (Benlik) ve “Zerre” (Atom/parçacık) mefhumlarını halletmektedir. Birinci Maksad, hususiyetle “Ene”nin mahiyetini ve bu mahiyetin yol açtığı iki büyük neticeyi tasvir eder.
Giriş: “Ene”nin Çift Yönlü Çekirdek Mahiyeti
Otuzuncu Söz, “Ene”yi, yani insanın kendisini “ben” olarak ifade etme kabiliyetini ve şuurunu, çift kutuplu bir çekirdeğe benzetir. Bu çekirdek:
• Şecere-i Tûbâ: İman ve ubudiyet (kulluk) ile sulandığında, dalları bütün âlem-i insaniyeti saadet ve fazilet meyveleriyle donatan nurani bir “Tûbâ Ağacı”na inkılab eder.
• Şecere-i Zakkum: Küfür ve tuğyan (azgınlık) ile beslendiğinde ise, şirk ve dalalet (sapıklık) karanlıklarını yayan müthiş bir “Zakkum Ağacı”na dönüşür.
Bu bahsin temelini teşkil eden ve metnin hemen başında zikredilen ayet-i kerime, “Emanet” mefhumudur.
1. “Ene” ve “Emanet-i Kübra” (En Büyük Emanet)
Metin, “Ene”nin, semavat, arz ve dağların yüklenmekten korktuğu “Emanet”in müteaddid (birçok) vecihlerinden (yönlerinden) sadece bir ferdi olduğunu beyan eder. Bu emanet, Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade edilir:
اِنَّا عَرَضْنَا الْاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَالْجِبَالِ فَاَبَيْنَ اَنْ يَحْمِلْنَهَا وَاَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا الْاِنْسَانُۜ اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولًاۙ
– Ahzâb, 33/72): “Şüphesiz biz emâneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmekten çekindiler, ondan korktular. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir.”
“Ene”, bu emanetin ta kendisidir. Zira “ben” diyebilme kabiliyeti, insana hem Sâni’-i Hakîm’in (Sanatlı Yaratıcı’nın) esmasını tanıyabilme istidadını vermiş, hem de firavunlaşabilme potansiyelini yüklemiştir. İnsanın “zalûm” (çok zalim) ve “cehûl” (çok cahil) olması, bu “Ene” emanetine hıyanet etme cihetinden kaynaklanır.
2. “Ene”nin Vazifesi: Bir “Vâhid-i Kıyasî” (Kıyaslama Birimi) Olmak
Metin, “Ene”nin niçin verildiğini izah ederken, onun hakikî bir vücudu olmadığını, ancak farazî (varsayımsal) ve vehmî (tasavvura dayalı) bir “vâhid-i kıyasî” olduğunu belirtir.
Sual: Cenab-ı Hakk’ın sıfat ve esmasının marifeti (bilinmesi) neden enaniyete bağlıdır?
Cevap: Çünkü Cenab-ı Hakk’ın sıfatları (ilim, kudret, irade vb.) mutlak, muhit ve hududsuzdur. Hudutsuz olan bir şeyin mahiyeti idrak edilemez, ona bir şekil verilemez.
• Müradif Mefhum (İlgili Kavram): Işık ve Karanlık. Metnin verdiği misalde olduğu gibi, daimi bir ziya (ışık), bir karanlık hattı (hakikî veya vehmî) çekilmedikçe bilinmez ve hissedilmez.
“Ene”, işte bu vehmî karanlık hattını çizer. İnsan, kendisindeki farazî mâlikiyet (“bu ev benimdir” demesi) ile Cenab-ı Hakk’ın hakikî mâlikiyetini (“bütün kâinat O’nundur”) idrak eder. Kendindeki cüz’î ilim ölçücüğü ile Allah’ın muhit ilmini anlar. Kendindeki kesbî san’atçığı (yaptığı küçük sanatlar) ile Sâni’-i Zülcelal’in ibda-i san’atını (eşsiz yaratma sanatını) fehmeder.
Demek ki “Ene”, kâinatın tılsımını ve Allah’ın gizli hazinelerini (künuz-u mahfiye) açan bir miftah (anahtar), bir mizan (terazi) ve bir âyine-misaldir (ayna gibidir).
3. “Ene”nin İki Yüzü: “Mana-yı Harfî” ve “Mana-yı İsmî”
Metin, “Ene”yi iki yüzü olan bir “elif”e benzetir. İnsanın bütün hidayet veya dalaleti, bu iki bakış açısından birini tercih etmesine bağlıdır.
A. Mana-yı Harfî (Hidayet ve Ubudiyet Yüzü)
Bu vecihte (yönde) “Ene”, mana-yı harfî ile, yani “başkasının manasını gösteren” bir alet olarak kullanılır.
• Mahiyeti: Vücudu tebaîdir (başkasına tabidir), zılliyedir (bir gölgedir), hakikî değildir.
• Vazifesi: Kendi Hâlık’ının sıfatlarına mikyas (ölçü) olmaktır.
• Neticesi: Bu şuurda olan “Ene”, farazî mâlikiyetini terk eder ve “لَهُ الْمُلْكُ وَ لَهُ الْحَمْدُ” (“Mülk O’nundur, hamd O’nadır”) der. Hakikî ubudiyetini (kulluğunu) takınır ve “ahsen-i takvim” makamına (en güzel yaratılış seviyesine) çıkar.
Bu, “nefsini tezkiye etme” halidir ve şu ayetle müjdelenmiştir:
وَنَفْسٍ وَمَا سَوّٰيهَاۙ ﴿٧﴾ فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰيهَاۙ ﴿٨﴾ قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَاۙ ﴿٩﴾
Meali (- Şems, 91/7-9): “Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.”
B. Mana-yı İsmî (Dalalet ve Şirk Yüzü)
Bu vecihte “Ene”, mana-yı ismiyle, yani “kendi manasını taşıyan”, bizzat var olan, aslî bir hakikat gibi görülür.
• Mahiyeti: Kendini mâlik itikad eder. Vücudunu aslî zanneder.
• Vazifesi: Unutulur, terk edilir.
• Neticesi: Emanete hıyanet eder. Başlangıçta ince bir tel olan “Ene”, gaflet ve inkâr toprağı altında kalınlaşır, sahibini yutan bir ejderha olur.
• İlerleyişi: Sonra kıyas-ı binnefs (kendine kıyaslama) ile her şeyi ve herkesi kendi gibi müstakil zanneder. Cenab-ı Hakk’ın mülkünü esbaba (sebeplere) ve tabiata taksim eder. Bu ise, metnin işaret ettiği üzere, en büyük zulüm olan şirktir.
Bu, “nefsini kötülüklere gömme” halidir ve şu ayetle ihtar edilmiştir:
وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسّٰيهَاۜ ﴿١٠﴾
Meali (- Şems, 91/10): “Onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.”
Bu şirk halinin zulüm olduğuna dair ayet-i kerime ise şöyledir:
…اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظ۪يمٌ
Meali (Lokmân, 31/13): “…Muhakkak ki şirk (Allah’a ortak koşmak) büyük bir zulümdür.”
4. İki Azîm Silsile: Nübüvvet ve Felsefe
Metne göre, Hazret-i Âdem’den (a.s.) bu yana gelen iki büyük düşünce cereyanı, “Ene”ye olan bu iki farklı bakış açısından doğmuştur:
A. Silsile-i Nübüvvet (Peygamberlik Zinciri – Şecere-i Tûbâ)
“Ene”ye mana-yı harfî ile (ubudiyet vecihinde) bakmışlardır.
• Gaye (Hedef): İnsaniyetin gayesi, “Ahlâk-ı İlahiye ile tahalluk etmek” (Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak) ve bununla beraber kendi aczini, fakrını, naksını (acizliğini, fakirliğini, kusurunu) bilerek Allah’ın kudretine iltica, rahmetine itimad etmektir.
• Düstur (İlke): Kâinatta düstur-u teavün (yardımlaşma ilkesi) caridir. Zerrelerden güneşlere kadar her şey birbirinin yardımına koşar.
• Tevhid (Birlik): Düsturları “اَلْوَاحِدُ لَا يَصْدُرُ اِلَّا عَنِ الْوَاحِدِ” (Birlik sahibi olan, ancak Bir’den sudûr eder/çıkar) esasıdır. Eşyadaki birlik ve intizam, Sâni’in birliğini isbat eder.
B. Silsile-i Felsefe (Diyanete itaat etmeyen Felsefe – Şecere-i Zakkum)
“Ene”ye mana-yı ismî ile (rububiyet vecihinde) bakmışlardır.
• Gaye (Hedef): Eflatun, Aristo, İbn-i Sina ve Farabî gibi dâhîlerin dahi gayesi, “Teşebbüh-ü bil-Vâcib” (Vâcib-ül Vücud’a benzemek) olmuştur. Bu, insanın acz ve fakrını unutan firavunane bir hükümdür.
• Düstur (İlke): Kâinatta düstur-u cidal (çatışma ilkesi) esastır. “Hayat bir cidaldir” diyerek zulmü alkışlamışlar ve “Elhükmü lil-galib” (Hüküm galibindir) demişlerdir.
• Tevhid (Birlik): Düsturları “اَلْوَاحِدُ لَا يَصْدُرُ عَنْهُ اِلَّا الْوَاحِدُ” (Bir’den ancak bir sudûr eder) safsatasıdır. Bu ilke, Allah ile mahlukat arasına “akl-ı evvel” gibi vasıtalar koyarak, sebeplere (esbaba) ve tabiata rububiyet (yaratıcılık ve idare) payı vermiş, şirke kapı açmıştır.
• Hikmet: Kâinattaki eşyanın hikmetini (varlık sebebini) sadece kendine veya insana bakar zannetmişlerdir. Bu ise, misalde geçtiği gibi, “koca bir dağ gibi ağaca, hardal gibi bir meyve, bir netice takmak” gibi abesiyettir. Halbuki nübüvvetin gösterdiği gibi (وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪ – “Hiçbir şey yoktur ki O’nu hamd ile tesbih etmesin” [İsrâ, 17/44]), her şeyin Sâni’ine bakan binler hikmeti vardır.
5. Netice ve Seyahat-ı Hayaliye (Hulasası)
Metnin sonunda zikredilen “seyahat-ı hayaliye” (hayalî seyahat), bu iki mesleğin farkını Fatiha Suresi’nin son ayetleri ışığında tasvir eder:
اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَق۪يمَۙ ﴿٦﴾ صِرَاطَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْۙ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّٓالّ۪ينَ ﴿٧﴾
Meali ( Fâtiha, 1/6-7): “Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil.”
• وَلَا الضَّٓالّ۪ينَ (Sapıkların Yolu): Bu, “Tabiiyyun” (Naturalistler) mesleğidir. “Ene”ye mana-yı ismiyle bakıp tabiat tünelinde hakikati arayanlardır. İbn-i Sina gibiler dahi bu yolda boğulmuş, hakikate vasıl olamamışlardır.
• غَيْرِ الْمَغْضُوبِ (Gazaba Uğrayanların Yolu): Bu, “Esbabperestler”in (Sebeplere tapanların) ve Meşaiyyun hükemasının (Aristo takipçisi filozofların) mesleğidir. Yalnız akıl ile ve sebeplere tesir vererek hakikate gitmek isterler.
• اَلَّذ۪ينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ (Nimet Verilenlerin Yolu): Bu, Ehl-i Kur’an’ın “Sırat-ı Müstakim”idir. “Ene”ye mana-yı harfî ile bakıp, Kur’an’ın ayetlerini bir “asansör” gibi kullanarak, tabiatın ve sebeplerin fevkine (üstüne) çıkan, en kısa, en selâmetli, semavî yoldur.
Hulasa (Özet)
“Ene”, Allah’ın insana verdiği, Kendi mutlak sıfatlarını idrak edebilmesi için bir ölçü aletidir. Eğer insan bu aletin farazî ve alet olduğunu bilir (mana-yı harfî), onu sadece bir vâhid-i kıyasî olarak kullanırsa, emaneti eda eder, “ahsen-i takvim”e çıkar ve Tûbâ ağacının meyvesi olur.
Eğer gafletle bu aleti asıl zanneder (mana-yı ismî), kendini müstakil bir mâlik ve fâil görürse, emanete hıyanet eder, şirke düşer ve Zakkum ağacına çekirdek olarak “esfel-i sâfilîn”e (aşağıların en aşağısına) düşer.
İkinci Maksad
[Tahavvülât-ı zerrata dair]
Şu âyetin hazinesinden bir zerreye işaret edecektir.
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
وَقَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لَا تَاْت۪ينَا السَّاعَةُ قُلْ بَلٰى وَ رَبّ۪ى لَتَاْتِيَنَّكُمْ عَالِمِ الْغَيْبِ لَا يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ فِى السَّمٰوَاتِ وَلَا فِى الْاَرْضِ وَلَٓا اَصْغَرُ مِنْ ذٰلِكَ وَلَٓا اَكْبَرُ اِلَّا ف۪ى كِتَابٍ مُب۪ينٍ
[Şu âyetin pek büyük hazinesinden bir miskal zerre miktarında, yani zerre sandukçasında olan cevheri gösterir ve zerrenin hareket ve vazifesinden bir nebze bahseder. Şu maksad, bir “Mukaddime” ile “Üç Nokta”dan ibarettir.]
Mukaddime
Tahavvülât-ı zerrat; Nakkaş-ı Ezelî’nin kalem-i kudreti, kitab-ı kâinatta yazdığı âyât-ı tekviniyenin hengâmındaki ihtizazatı ve cevelanıdır. Yoksa Maddiyyun ve Tabiiyyunların tevehhüm ettikleri gibi tesadüf oyuncağı ve karışık, manasız bir hareket değildir. Çünki bütün mevcudat gibi zerreler ve herbir zerre, mebde’-i hareketinde “Bismillah” der. Çünki nihayetsiz, kuvvetinden fazla yükleri kaldırır ve buğday tanesi kadar bir çekirdeğin koca bir çam ağacı gibi bir yükü omuzuna alması gibi… Hem vazifesinin hitamında “Elhamdülillah” der. Çünki bütün ukûlü hayrette bırakan hikmetli bir cemal-i san’at, faideli bir hüsn-ü nakış göstererek Sâni’-i Zülcelal’in medayihine bir kaside-i medhiye gibi bir eser gösterir. Meselâ, nar ve mısıra dikkat et.
Evet tahavvülât-ı zerrat;
{(Haşiye): İkinci Maksad’ın tahavvülât-ı zerratın tarifine dair olan uzun cümlenin haşiyesidir.
Kur’an-ı Hakîm’de “İmam-ı Mübin” ve “Kitab-ı Mübin”, mükerrer yerlerde zikredilmiştir. Ehl-i tefsir, “İkisi birdir”; bir kısmı, “Ayrı ayrıdır” demişler. Hakikatlarına dair beyanatları muhteliftir. Hülâsa: “İlm-i İlahînin ünvanlarıdır” demişler. Fakat Kur’anın feyzi ile şöyle kanaatım gelmiş ki: “İmam-ı Mübin”, ilim ve emr-i İlahînin bir nev’ine bir ünvandır ki, âlem-i şehadetten ziyade âlem-i gayba bakıyor. Yani zaman-ı halden ziyade mazi ve müstakbele nazar eder. Yani, herşey’in vücud-u zahirîsinden ziyade aslına, nesline ve köklerine ve tohumlarına bakar. Kader-i İlahînin bir defteridir. Şu defterin vücudu, Yirmialtıncı Söz’de, hem Onuncu Söz’ün haşiyesinde isbat edilmiştir. Evet şu “İmam-ı Mübin”, bir nevi ilim ve emr-i İlahînin bir ünvanıdır. Yani, eşyanın mebadileri ve kökleri ve asılları, kemal-i intizam ile eşyanın vücudlarını gayet san’atkârane intac etmesi cihetiyle elbette desatir-i ilm-i İlahînin bir defteri ile tanzim edildiğini gösteriyor ve eşyanın neticeleri, nesilleri, tohumları; ileride gelecek mevcudatın proğramlarını, fihristelerini tazammun ettiklerinden elbette evamir-i İlahiyenin bir küçük mecmuası olduğunu bildiriyorlar. Meselâ: Bir çekirdek, bütün ağacın teşkilâtını tanzim edecek olan proğramları ve fihristeleri ve o fihriste ve proğramları tayin eden o evamir-i tekviniyenin küçücük bir mücessemi hükmünde denilebilir. Elhasıl “İmam-ı Mübin”, mazi ve müstakbelin ve âlem-i gaybın etrafında dal-budak salan şecere-i hilkatin bir proğramı, bir fihristesi hükmündedir. Şu manadaki “İmam-ı Mübin”, kader-i İlahînin bir defteri, bir mecmua-i desatiridir. O desatirin imlâsı ile ve hükmü ile zerrat, vücud-u eşyadaki hidematına ve harekâtına sevkedilir.
Amma “Kitab-ı Mübin” ise, âlem-i gaybdan ziyade, âlem-i şehadete bakar. Yani, mazi ve müstakbelden ziyade, zaman-ı hazıra nazar eder ve ilim ve emirden ziyade, kudret ve irade-i İlahiyenin bir ünvanı, bir defteri, bir kitabıdır. “İmam-ı Mübin” kader defteri ise, “Kitab-ı Mübin” kudret defteridir. Yani herşey vücudunda, mahiyetinde ve sıfât ve şuunatında kemal-i san’at ve intizamları gösteriyor ki; bir kudret-i kâmilenin desatiri ile ve bir irade-i nafizenin kavanini ile vücud giydiriliyor. Suretleri tayin, teşhis edilip; birer mikdar-ı muayyen, birer şekl-i mahsus veriliyor. Demek o kudret ve iradenin küllî ve umumî bir mecmua-i kavanini, bir defter-i ekberi vardır ki; herbir şey’in hususî vücudları ve mahsus suretleri ona göre biçilir, dikilir, giydirilir. İşte şu defterin vücudu “İmam-ı Mübin” gibi kader ve cüz’-i ihtiyarî mesailinde isbat edilmiştir. Ehl-i gaflet ve dalalet ve felsefenin ahmaklığına bak ki: Kudret-i Fâtıranın o Levh-i Mahfuzunu ve hikmet ve irade-i Rabbaniyenin o basîrane kitabının eşyadaki cilvesini, aksini, misalini hissetmişler. Hâşâ, “Tabiat” namıyla tesmiye etmişler, körletmişler. İşte “İmam-ı Mübin”in imlâsı ile, yani kaderin hükmüyle ve düsturu ile kudret-i İlahiye, icad-ı eşyada herbiri birer âyet olan silsile-i mevcudatı, “Levh-i Mahv-İsbat” denilen zamanın sahife-i misaliyesinde yazıyor, icadediyor, zerratı tahrik ediyor.
Demek harekât-ı zerrat; o kitabetten, o istinsahtan; mevcudat âlem-i gaybdan âlem-i şehadete ve ilimden kudrete geçmelerinde bir ihtizazdır, bir harekâttır. Amma “Levh-i Mahv-İsbat” ise, sabit ve daim olan Levh-i Mahfuz-u A’zam’ın daire-i mümkinatta, yani mevt ve hayata, vücud ve fenaya daima mazhar olan eşyada mütebeddil bir defteri ve yazar bozar bir tahtasıdır ki, hakikat-ı zaman odur. Evet herşeyin bir hakikatı olduğu gibi, zaman dediğimiz, kâinatta cereyan eden bir nehr-i azîmin hakikatı dahi, “Levh-i Mahv-İsbat”taki kitabet-i kudretin sahifesi ve mürekkebi hükmündedir.
لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ
}
âlem-i gaybdan olan, herşeyin geçmiş aslında ve gelecek neslindeki intizamata medar ve ilim ve emr-i İlahînin bir ünvanı olan “İmam-ı Mübin”in düsturları ve imlâsı tahtında ve zaman-ı hazır ve âlem-i şehadetten, teşkil ve icad-ı eşyada tasarrufa medar ve kudret ve irade-i İlahiyenin bir ünvanı olan “Kitab-ı Mübin”den istinsah ile ve seyyal zamanın hakikatı ve sahife-i misaliyesi olan “Levh-i Mahv-İsbat”ta kelimat-ı kudreti yazmak ve çizmekten gelen harekâttır ve manidar ihtizazattır.
BİRİNCİ NOKTA:
İki Mebhastır.
Birinci Mebhas:
Her zerrede -hem hareketinde, hem sükûnetinde- iki güneş gibi iki nur-u tevhid parlıyor. Çünki Onuncu Söz’ün Birinci İşaretinde icmalen ve Yirmiikinci Söz’de tafsilen isbat edildiği gibi; herbir zerre, eğer memur-u İlahî olmazsa ve onun izni ve tasarrufu ile hareket etmezse ve ilim ve kudretiyle tahavvül etmezse; o vakit herbir zerrenin nihayetsiz bir ilmi, hadsiz bir kudreti, herşeyi görür bir gözü, herşeye bakar bir yüzü, herşeye geçer bir sözü bulunmak lâzım gelir. Çünki anasırın herbir zerresi, herbir cism-i zîhayatta muntazaman işler veya işleyebilir. Eşyanın intizamatı ve kavanin-i teşekkülâtı birbirine muhaliftir. Onların nizamatı bilinmezse, işlenilmez; işlenilse de yanlışsız yapılmaz. Halbuki yanlışsız yapılıyor. Öyle ise o hizmet eden zerreler, ya bir ilm-i muhit sahibinin izin ve emriyle ve ilim ve iradesiyle işliyorlar veyahut kendilerinde öyle bir muhit ilim ve kudret bulunmak lâzım geliyor. Evet havanın herbir zerresi, herbir zîhayatın cismine, herbir çiçeğin herbir meyvesine, herbir yaprağın binasına girip işleyebilir. Halbuki onların teşkilâtları ayrı ayrı tarzdadır, başka başka nizamatı var. Bir incir meyvesinin fabrikası, farazâ çuha makinesi gibi olsa; bir nar meyvesinin fabrikası da şeker makinesi gibi olacaktır ve hâkeza.. o binaların, o cisimlerin proğramları birbirinden başkadır. Şimdi şu zerre-i havaiye, bütün onlara girer veya girebilir ve gayet hakîmane ve üstadane yanlışsız olarak işler, vaziyetler alır. Vazifesi bittikten sonra kalkar gider. İşte müteharrik havanın müteharrik zerresi, ya nebatata ve hayvanata, hattâ meyvelerine ve çiçeklerine giydirilen suretlerin, mikdarların teşkilâtını, biçimini bilmesi lâzım geldiği veyahut onlar, bir bilenin emir ve iradesiyle memur olması lâzım geldiği gibi; sâkin toprak, sâkin olan herbir zerresi; bütün çiçekli nebatatın ve meyvedar ağaçların tohumlarına medar ve menşe’ olmak kabil olduğundan hangi tohum gelse o zerrede, yani misliyet itibariyle bir zerre hükmünde olan bir avuç toprakta kendine mahsus bir fabrika ve bütün levazımatına ve teşkilâtına lâzım bütün cihazatı bulunduğundan; o zerrede ve o zerrenin kulübeciği olan o bir avuç toprakta; eşcar ve nebatat ve çiçekler ve meyveler enva’ı adedince muntazam manevî makine ve fabrikaları bulunması veyahut mu’cizekâr, herşeyi hiçten icad eder ve herşeyin herşeyini ve her cihetini bilir bir ilim ve kudret bulunması lâzımdır veyahut bir Kadîr-i Mutlak, bir Alîm-i Küll-i Şey’in emir ve izniyle, havl ve kuvvetiyle o vazifeler gördürülür.
Evet nasılki bir acemî, ham, âmi, âdi, hem kör bir adam Avrupa’ya gitse; bütün fabrikalara, tezgâhlara girse, üstadane kemal-i intizam ile herbir san’atta, herbir binada işler, öyle eserler yapar ki nihayet derecede hikmetli, san’atlı, herkesi hayrette bırakıyor. Zerre miktar şuuru olan bilir ki: O adam, kendi başıyla işlemiyor. Belki bir üstad-ı küll, ona ders verir, işlettirir. Hem nasılki bir kör, âciz, yerinden kalkamıyor, basit bir kulübeciğinde oturmuş bir adam bulunuyor. Halbuki o kulübeciğe bir dirhem gibi küçük bir taş, kemik ve pamuk gibi birer madde veriliyor. Halbuki o kulübecikten batmanlarla şeker, toplarla çuha, binlerle mücevherat, gayet san’atlı, murassaatlı libaslar, lezzetli taamlar çıkıp gelse; zerre miktar aklı olan demeyecek mi ki: “O adam, gayet mu’cizekâr bir zâtın menşe-i mu’cizatı olan fabrikasının bir mandalı veyahut miskin bir kapıcısıdır.” Aynen öyle de: Havanın zerreleri, herbiri birer mektubat-ı Samedaniye, birer antika-i san’at-ı Rabbaniye, birer mu’cize-i kudret, birer hârika-i hikmet olan nebatat ve eşcar, ezhar ve esmardaki harekât ve hidematları; bir Sâni’-i Hakîm-i Zülcelal’in, bir Fâtır-ı Kerim-i Zülcemal’in emir ve iradesiyle hareket ettiğini ve toprağın zerreleri dahi herbiri birer ayrı makine ve tezgâh, birer ayrı matbaa, birer ayrı hazine, birer ayrı antika ve Sâni’-i Zülcelal’in esmasını ilân eden birer ayrı ilânname ve kemalâtını söyleyen birer ayrı kaside hükmünde olan o tohumcuklarının, o çekirdeklerinin sünbüllerine, ağaçlarına menşe’ ve medar olmaları; Emr-i Kün Feyekûn’e mâlik, her şey emrine müsahhar bir Sâni’-i Zülcelal’in emriyle, izniyle, iradesiyle, kuvvetiyle olması; iki kerre iki dört eder gibi kat’îdir. Âmennâ.
İkinci Mebhas:
Zerratın harekâtındaki vazifelere, hikmetlere küçük bir işarettir.
Evet, akılları gözlerine sukut etmiş Maddiyyunların hikmetsiz hikmetleri, abesiyet esasına istinad eden felsefeleri nazarında tesadüfle bağlı olan tahavvülât-ı zerratı, bütün düsturlarına üss-ül esas tutup, masnuat-ı İlahiyeye masdar göstermişler. Nihayetsiz hikmetlerle müzeyyen masnuatı; hikmetsiz, manasız, karmakarışık bir şeye isnad etmeleri, ne kadar hilaf-ı akıl olduğunu zerre miktar şuuru bulunan bilir.
Şimdi, Kur’an-ı Hakîm’in hikmeti nokta-i nazarında tahavvülât-ı zerratın pekçok gayeleri, hikmetleri ve vazifeleri vardır.
وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪
gibi çok âyetlerle hikmetlerine ve vazifelerine işaret eder. Nümune olarak birkaçına işaret ediyoruz.
Birincisi:
Cenab-ı Vâcib-ül Vücud’un tecelliyat-ı icadiyesini tecdid ve tazelendirmek için her bir tek ruhu model gibi ederek, her sene mu’cizat-ı kudretinden taze birer cesed giydirmek ve her bir tek kitabdan ayrı ayrı bin muhtelif kitabı, hikmetiyle istinsah etmek ve bir tek hakikatı başka başka surette göstermek ve kâinatların ve âlemlerin ve mevcudatların, taife taife arkasından gelmelerine yer vermek ve zemin hazırlamak için, Fâtır-ı Zülcelal kudretiyle zerratı tahrik ve tavzif etmiştir.
İkincisi:
Mâlik-ül Mülk-ü Zülcelal; şu dünyayı, bahusus rûy-i zemin tarlasını bir mülk suretinde yaratmıştır. Yani neşvünemaya, taze taze mahsulât vermeğe kabil bir surette müheyya etmiştir. Tâ ki, nihayetsiz mu’cizat-ı kudretini orada ekip biçsin. İşte şu zemin yüzündeki tarlasında, zerratı hikmetle tahrik ederek, intizam dairesinde tavzif edip, her asırda, her fasılda, her ayda, belki her günde belki her saatte mu’cizat-ı kudretinden yeni yeni birer kâinat gösterir, yeryüzü avlusuna başka başka mahsulât verdirir. Nihayetsiz hazine-i rahmetinin hedayasını, nihayetsiz kudretinin mu’cizatının nümunelerini harekât-ı zerrat ile izhar eder.
Üçüncüsü:
Nihayetsiz tecelliyat-ı esma-i İlahiyenin nakışlarını göstermekle, o esmanın cilvelerini ifade için mahdud bir zeminde hadsiz nukuş göstermek, küçük bir sahifede nihayetsiz maânîleri ifade edecek olan hadsiz âyâtları yazmak için Nakkaş-ı Ezelî zerratı, kemal-i hikmetle tahrik edip kemal-i intizamla tavzif etmiştir. Evet, geçen senenin mahsulâtıyla şu senenin mahsulâtının mahiyetleri bir hükmündedir. Fakat, maânîleri başka başkadır. Taayyünat-ı itibariyeyi değiştirmekle, maânîleri değişir ve çoğalır. Taayyünat-ı itibariye ve teşahhusat-ı muvakkate, tebdil edildikleri ve zahiren fâni oldukları halde; onların maânî-i cemileleri muhafaza olunup, sabit ve bâki kalır. Şu ağacın geçen bahardaki yaprak ve çiçek ve meyvelerinin ruhları olmadığından, şu bahardaki emsalinin, hakikatça aynılarıdır. Yalnız teşahhusat-ı itibariyede fark var. Fakat o itibarî teşahhuslar, her vakit tecelliyatı tazelenmekte olan şuunat-ı esma-i İlahiyenin maânîlerini ifade için, şu bahardakiler ayrı teşahhusatla onların yerine geldiler.
Dördüncüsü:
Hadsiz âlem-i misal gibi gayet geniş âlem-i melekût ve gayr-ı mahdud sair uhrevî âlemlere birer mahsulât veya tezyinat veya levazımat gibi onlara münasib şeyleri yetiştirmek için şu dar mezraa-i dünyada, zemin yüzünün tezgâhında ve tarlasında Hakîm-i Zülcelal, zerratı tahrik edip; kâinatı seyyale ve mevcudatı seyyare ederek, şu küçük zeminde o pek büyük âlemlere pek çok mahsulât-ı maneviye yetiştiriyor. Nihayetsiz hazine-i kudretinden nihayetsiz bir seyli, dünyadan akıttırıp âlem-i gayba ve bir kısmını âhiret âlemlerine döküyor.
Beşincisi:
Nihayetsiz kemalât-ı İlahiyeyi, hadsiz celevat-ı cemaliyeyi ve gayetsiz tecelliyat-ı celaliyeyi ve gayr-ı mütenahî tesbihat-ı Rabbaniyeyi şu dar ve mahdud zeminde ve mütenahî ve az bir zamanda göstermek için zerratı kemal-i hikmetle kudretiyle tahrik edip, kemal-i intizamla tavzif ederek; mütenahî bir zamanda, mahdud bir zeminde gayr-ı mütenahî tesbihat yaptırıyor. Gayr-ı mahdud tecelliyat-ı cemaliye ve celaliye ve kemaliyesini gösteriyor. Çok hakaik-i gaybiye ve çok semerat-ı uhreviye ve fânilerin bâki olan hüviyet ve suretlerinden pekçok nukuş-u misaliye ve çok manidar nüsuc-u levhiyeyi icad ediyor. Demek zerreyi tahrik eden; şu makasıd-ı azîmeyi, şu hikem-i cesîmeyi gösteren bir zâttır. Yoksa herbir zerrede, güneş gibi bir dimağ bulunması lâzım gelir.
Daha bu beş nümune gibi belki beşbin hikmetle tahrik olunan zerratın tahavvülâtını, o akılsız feylesoflar hikmetsiz zannetmişler ve hakikatta biri enfüsî, diğeri âfâkî iki hareket-i cezbekâranede zikir ve tesbih-i İlahî ile Mevlevî gibi zikreden ve deverana kalkan o zerreleri, kendi kendine, sersem gibi dönüp oynuyorlar zu’metmişler.
İşte bundan anlaşılıyor ki; onların ilimleri ilim değil, cehildir. Hikmetleri, hikmetsizliktir.
(Üçüncü Nokta’da altıncı uzun bir hikmet daha söylenecektir.)
*************
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
İkinci Maksad: Tahavvülât-ı Zerrat Bahsinin Geniş ve Detaylı İzahı
Risale-i Nur Külliyatı’ndan iktibas edilen bu İkinci Maksad, kâinatın temel yapı taşları olan “zerreler”in (atomların ve parçacıkların) hareketlerini (tahavvülâtını) ele alarak, bu hareketlerin Maddiyyun (Materyalistler) ve Tabiiyyunların (Naturalistlerin) iddia ettiği gibi tesadüfî, gayesiz ve manasız olmadığını; bilakis, her bir zerrenin hareketinin, Nakkaş-ı Ezelî olan Cenâb-ı Hakk’ın ilim, irade ve kudreti tahtında cereyan eden, son derece hikmetli ve manidar bir “yazı” ve “tesbih” olduğunu isbat eder.
Bu bahis, kâinattaki en küçük bir hareketin dahi Vâcibü’l-Vücud’un varlığına ve birliğine (Vahdaniyet) nasıl parlak bir delil teşkil ettiğini, Kur’an-ı Hakîm’in nazarıyla ortaya koyar.
Metnin tahlilini, âyetler ve müradif kavramlarla zenginleştirerek şu başlıklar altında izah edebiliriz:
1. Mukaddime: Zerrelerin Hareketi “Tesadüf” Değil, “Tesbih”tir
Metnin mukaddimesi, zerrelerin hareketine dair iki zıt bakış açısını tenkit ve isbat metoduyla ele alır:
• Reddedilen Görüş (Maddiyyun Tevehhümü): Materyalist ve tabiatperest düşünce, zerrelerin hareketini “tesadüf oyuncağı” ve “karışık, manasız bir hareket” olarak tevehhüm eder. Bu bakış açısı, kâinattaki hârika nizamı ve san’atı görmezden gelir.
• Kabul Edilen Hakikat (Kur’anî Nazar): Hakikatte ise “tahavvülât-ı zerrat”; Nakkaş-ı Ezelî’nin (Cenâb-ı Hak), kudret kalemiyle kâinat kitabına yazdığı “âyât-ı tekviniye”nin (varoluşsal âyetlerin) yazılması sırasındaki “ihtizazatı ve cevelanıdır” (titreşimleri ve dolaşımıdır).
Bu hakikati isbat için iki mühim nokta zikredilir:
• Mebde’-i Hareket (Hareketin Başı): “Bismillah”
Her bir zerre, hareketine başlarken “Bismillah” der. Bunun isbatı; zerrelerin kendi kuvvetlerinin kat kat fevkinde olan nihayetsiz yükleri kaldırmasıdır. Misal olarak, “buğday tanesi kadar bir çekirdeğin koca bir çam ağacı gibi bir yükü omuzuna alması” gösterilir. Bir zerre, kendi başına bu vazifeyi yapamaz; ancak “Bismillah” diyerek, yani Allah’ın namıyla ve kuvvetiyle hareket ederek bu hârika vazifeyi görebilir.
• Hitam-ı Vazife (Vazifenin Sonu): “Elhamdülillah”
Her bir zerre, vazifesi bittiğinde “Elhamdülillah” der. Bunun isbatı; ortaya çıkan neticenin, “bütün ukûlü (akılları) hayrette bırakan hikmetli bir cemal-i san’at” ve “faideli bir hüsn-ü nakış” (güzel nakış) sergilemesidir. Ortaya çıkan bu eser (misal olarak “nar ve mısır” zikredilir), Sâni’-i Zülcelal’in medihlerini ilan eden bir “kaside-i medhiye” hükmüne geçer.
Âyetler ve Müradif Kavramlar:
Metnin başında iktibas edilen âyet, bu bahsin temelini teşkil eder:
• Sebe’ Sûresi, 3. Âyet:
وَقَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لَا تَاْت۪ينَا السَّاعَةُ قُلْ بَلٰى وَ رَبّ۪ى لَتَاْتِيَنَّكُمْ عَالِمِ الْغَيْبِ لَا يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ فِى السَّمٰوَاتِ وَلَا فِى الْاَرْضِ وَلَٓا اَصْغَرُ مِنْ ذٰلِكَ وَلَٓا اﻜْبَرُ اِلَّا ف۪ى كِتَابٍ مُب۪ينٍ
(Meali: “İnkâr edenler, ‘Kıyamet bize gelmeyecek’ dediler. De ki: ‘Hayır, gaybı bilen rabbim hakkı için kıyamet size mutlaka gelecektir. Göklerde ve yerde zerre ağırlığınca hiçbir şey O’ndan gizli kalmaz. Bundan daha küçük veya daha büyük olsun, hiçbir şey yoktur ki, her şeyi açıklayan bir kitapta (kitâb-ı mübîn) bulunmasın.'”)
• İzahı: Bu âyet, zerrelerin hareketinin Cenâb-ı Hakk’ın “İlm-i Muhit”inden (her şeyi kuşatan ilminden) hariç olmadığını ve her şeyin bir “Kitab-ı Mübin”de kayıtlı olduğunu beyan ederek, tesadüf fikrini kökünden çürütür.
2. Haşiye: Kâinatın Üç Temel Defteri (İmam-ı Mübin, Kitab-ı Mübin, Levh-i Mahv-İsbat)
Bu mühim haşiye, zerrelerin hareketinin hangi ilahî kanunlar dairesinde cereyan ettiğini izah eder. Kur’an-ı Hakîm’de zikredilen bu üç kavram, İlm-i İlahînin farklı ünvanları ve tecelligâhlarıdır:
• İmam-ı Mübin (İmâm-ı Mübîn):
• Nazar Ettiği Alan: Âlem-i Şehadetten (görünen âlemden) ziyade Âlem-i Gayb’a (görünmeyen âleme) bakar. Zaman-ı halden (şimdiki zamandan) ziyade mazi ve müstakbele (geçmiş ve geleceğe) nazar eder.
• Mahiyeti: Eşyanın vücud-u zahirîsinden (dışsal varlığından) ziyade, aslına, nesline, köklerine ve tohumlarına bakar. O, “Kader-i İlahînin bir defteridir.”
• Vazifesi: Bütün hilkatin (yaratılışın) bir “proğramı” ve “fihristesi” hükmündedir. Bir çekirdeğin, koca bir ağacın bütün teşkilatını ve fihristesini ihtiva etmesi gibi, İmam-ı Mübin de bütün eşyanın manevî programlarını ve evamir-i tekviniyeyi (varoluşsal emirleri) tazammun eder.
• Zerrelerle Bağlantısı: Zerreler, eşyanın vücudundaki hizmetlerine ve hareketlerine, “İmam-ı Mübin’in imlâsı ile, yani kaderin hükmüyle ve düsturu ile” sevk edilir.
• Kitab-ı Mübin (Kitâb-ı Mübîn):
• Nazar Ettiği Alan: Âlem-i Gayb’dan ziyade Âlem-i Şehadet’e (görünen âleme) bakar. Mazi ve müstakbelden ziyade zaman-ı hazıra (şimdiki zamana) nazar eder.
• Mahiyeti: İlim ve emirden ziyade, “Kudret ve İrade-i İlahiyenin bir ünvanı, bir defteri, bir kitabıdır.” Eğer İmam-ı Mübin “kader defteri” ise, Kitab-ı Mübin “kudret defteri”dir.
• Vazifesi: Her şeyin vücuduna, mahiyetine, sıfatlarına kemal-i san’at ve intizam ile vücud giydirildiği, suretlerinin tayin ve teşhis edildiği defterdir. Ehl-i gafletin “Tabiat” namıyla tesmiye ettiği kör ve şuursuz kuvvet, hakikatte bu Kitab-ı Mübin’in eşyadaki cilvesinden ve aksinden ibarettir.
• Levh-i Mahv-İsbat (Levh-i Mahv-İsbât):
• Mahiyeti: Sabit ve daim olan Levh-i Mahfuz-u A’zam’ın, “daire-i mümkinatta” (mümkünat âleminde), yani mevt ve hayata, vücud ve fenaya daima mazhar olan eşyadaki “mütebeddil bir defteri” (değişken bir defteri) ve “yazar bozar bir tahtasıdır.”
• Vazifesi: “Hakikat-ı zaman” olarak tasvir edilir. Kudret-i İlahiye, İmam-ı Mübin’in imlâsı (Kader) ve Kitab-ı Mübin’den istinsah (Kudret) ile, mevcudatı bu “zamanın sahife-i misaliyesi” olan Levh-i Mahv-İsbat’ta yazar, icad eder ve zerratı bu yazma fiiliyle tahrik eder.
Hülâsa: Zerrelerin hareketi (tahavvülât-ı zerrat), eşyanın Âlem-i Gayb’dan (İlimden) Âlem-i Şehadet’e (Kudrete) geçişi esnasında, zaman sahifesinde (Levh-i Mahv-İsbat) yazılan “kelimat-ı kudret”in (kudret kelimelerinin) manidar “ihtizazatıdır” (titreşimleridir).
Âyetler ve Müradif Kavramlar:
• İmam-ı Mübin için:
اِنَّا نَحْنُ نُحْيِ الْمَوْتٰى وَنَكْتُبُ مَا قَدَّمُوا وَاٰثَارَهُمْۜ وَكُلَّ شَيْءٍ اَحْصَيْنَاهُ ف۪ٓي اِمَامٍ مُب۪ينٍ
(Meali: “Şüphesiz ölüleri ancak biz diriltiriz. Onların yaptıkları her işi, bıraktıkları her izi yazarız. Biz, her şeyi apaçık bir kitapta (imâm-ı mübîn) sayıp yazmışızdır.” – Yâsîn Sûresi, 12)
• Müradifler: Kader, İlm-i Ezelî, Levh-i Mahfuz, Program, Fihriste, Desatir-i İlmiye (İlmî düsturlar).
• Kitab-ı Mübin için:
وَعِنْدَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ لَا يَعْلَمُهَٓا اِلَّا هُوَۜ وَيَعْلَمُ مَا فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِۜ وَمَا تَسْقُطُ مِنْ وَرَقَةٍ اِلَّا يَعْلَمُهَا وَلَا حَبَّةٍ ف۪ي ظُلُمَاتِ الْاَرْضِ وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍ
(Meali: “Gaybın anahtarları O’nun katındadır. Onları O’ndan başkası bilmez. Karada ve denizde ne varsa O bilir. O’nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. Yerin karanlıkları içindeki bir tane, yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır (kitâbin mübîn).” – En’âm Sûresi, 59)
• Müradifler: Kudret-i Kâmile, İrade-i Nafize, Defter-i Kudret, Âlem-i Şehadet, Tasarruf-u İlahî, Kavanin-i İrade (İrade kanunları).
3. Birinci Nokta (Birinci Mebhas): Her Zerrede Parlayan İki Nur-u Tevhid
Bu mebhas, her bir zerrenin, hem hareketinde hem de sükûnetinde, Tevhid’in (Allah’ın birliğinin) iki parlak nurunu nasıl gösterdiğini isbat eder. Bu, şirkin imkânsızlığını gösteren en kuvvetli delillerdendir.
Eğer bir zerre “memur-u İlahî” olmazsa, yani Allah’ın emri ve izniyle hareket etmezse, o vakit o zerrenin kendi başına bu işleri yapabilmesi için şu vasıflara sahip olması lâzım gelir:
• Nihayetsiz bir ilim
• Hadsiz bir kudret
• Her şeyi görür bir göz
• Her şeye bakar bir yüz
• Her şeye geçer bir söz
Misallerle İzahı:
• Hareketli Zerre (Hava): Havanın bir zerresi (“zerre-i havaiye”), aynı anda binlerce farklı çiçeğin, meyvenin ve canlının (zîhayatın) cisminin binasına girer. Her birinin teşkilatı (yapısı), nizamı ve programı birbirinden tamamen farklıdır (Bir incir fabrikası, bir nar fabrikasından farklıdır). O şuursuz zerre, girdiği her yerde “gayet hakîmane ve üstadane yanlışsız olarak işler.” Bu, o zerrenin ya bütün bu programları bilen bir “ilm-i muhit” sahibi olduğunu ya da bir Bilen’in emriyle hareket eden bir “memur” olduğunu isbat eder. Birinci şık muhal (imkânsız) olduğundan, ikinci şık vâcib (zorunlu) ve kat’îdir.
• Sâkin Zerre (Toprak): Toprağın bir zerresi veya “misliyet itibariyle bir zerre hükmünde olan bir avuç toprak”, kendisine atılan binlerce farklı tohumun her birine “medar ve menşe'” (kaynak ve köken) olur. O bir avuç toprakta, o tohumların açılması için gerekli bütün cihazat ve manevî fabrikalar mevcuttur. Bu durum, o toprağın ya her şeyi hiçten icad eden bir “mu’cizekâr ilim ve kudret” sahibi olduğunu ya da bir “Kadîr-i Mutlak, bir Alîm-i Küll-i Şey’in emir ve izniyle, havl ve kuvvetiyle” bu vazifeleri gördüğünü gösterir.
Netice: Zerrelerin bu hârika hizmetleri, iki kerre iki dört eder kat’îliğinde, onların “Emr-i Kün Feyekûn’e mâlik” bir Sâni’-i Zülcelal’in emriyle hareket ettiğini isbat eder.
Âyetler ve Müradif Kavramlar:
• Memuriyet ve İtaat:
هُوَ الَّذ۪ٓي اَنْزَلَ السَّك۪ينَةَ ف۪ي قُلُوبِ الْمُؤْمِن۪ينَ لِيَزْدَادُٓوا ا۪يمَانًا مَعَ ا۪يمَانِهِمْۜ وَلِلّٰهِ جُنُودُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ وَكَانَ اللّٰهُ عَل۪يمًا حَك۪يمًاۙ
(Meali: “O, inananların imanlarını kat kat artırmaları için kalplerine huzur ve güven indirendir. Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” – (Fetih Sûresi, 4)
• İzahı: Zerreler, “göklerin ve yerin orduları” (cünûdü’s-semâvâti ve’l-arz) olan o “memur-u İlahî”lerdir.
• San’attaki Nizam ve Yanlışsızlık:
اَلَّذ۪ي خَلَقَ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ طِبَاقًاۜ مَا تَرٰى ف۪ي خَلْقِ الرَّحْمٰنِ مِنْ تَفَاوُتٍۜ فَارْجِعِ الْبَصَرَۙ هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ
(Meali: “O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk (tefâvüt) göremezsin. Bir kere daha bak! Hiçbir çatlak (ve düzensizlik) görüyor musun?” – Mülk Sûresi, 3)
• İzahı: Zerrelerin hareketindeki “yanlışsız” işleyiş, Rahmân’ın yaratışındaki bu kusursuzluğun ve nizamatın bir cilvesidir.
4. Birinci Nokta (İkinci Mebhas): Zerrelerin Hareketindeki Beş Hikmet
Maddiyyunların “hikmetsiz” ve “abes” zannettiği zerrelerin hareketleri, hakikatte Kur’an nazarıyla bakıldığında pek çok ulvî gaye ve hikmete hizmet eder. Metinde bu hikmetlerden beş tanesi nümune olarak zikredilir:
• Tecdid ve Tazelendirmek (Yenileme): Cenâb-ı Hak, “tecelliyat-ı icadiyesini” (yaratma tecellilerini) tazelemek için zerreleri tahrik eder. Her sene tek bir ruha (model gibi) taze bir cesed giydirir, bir tek hakikati başka suretlerde gösterir. Kâinatların ve mevcudatların taife taife gelip gitmelerine zemin hazırlar.
• Zemin Tarlasında Mu’cizat-ı Kudreti Göstermek (Kudret Mucizelerini Ekmek): Mâlik-ül Mülk, rûy-i zemini (yeryüzünü) taze mahsulât vermeye kabil bir “tarla” suretinde yaratmıştır. Zerratı bu tarlada hikmetle tahrik ederek her an “mu’cizat-ı kudretinden yeni yeni birer kâinat gösterir” ve rahmet hazinelerinin hediyelerini izhar eder.
• Esma-i İlahiyenin Nakışlarını İfade Etmek (İlahî İsimlerin Desenlerini Göstermek): “Mahdud bir zeminde (sınırlı bir yerde) hadsiz nukuş (sınırsız desenler)” göstermek için zerreler hareket eder. Geçen senenin yaprağı ile bu senenin yaprağının mahiyetleri bir olsa da, “maânîleri başka başkadır.” Zira “taayyünat-ı itibariye” (itibarî belirginlikler) değiştikçe, esma tecellisinin ifade ettiği manalar da tazelenir ve çoğalır.
• Uhrevî Âlemlere Mahsulât Yetiştirmek (Ahiret Âlemlerine Ürün Hazırlamak): Bu “dar mezraa-i dünyada” (dünyanın dar tarlasında) ve zemin yüzünün tezgâhında, Âlem-i Misal, Âlem-i Melekût ve sair “uhrevî âlemlere” münasip “mahsulât-ı maneviye” (manevî ürünler) yetiştirmek için zerreler tahrik edilir.
• Kemalât-ı İlahiyeyi ve Tesbihatı Göstermek (İlahî Yetkinlikleri ve Tesbihi İlan Etmek): Sınırlı bir zamanda ve mekânda, “gayr-ı mütenahî tesbihat” (sonsuz tesbihler) ve “gayr-ı mahdud tecelliyat-ı cemaliye ve celaliye” (sınırsız güzellik ve haşmet tecellileri) göstermek için zerreler hareket eder.
Âyetler ve Müradif Kavramlar:
Bu mebhasın tamamı, metinde de işaret edildiği gibi, şu âyetin bir tefsiri hükmündedir:
• İsrâ Sûresi, 44. Âyet:
تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ ف۪يهِنَّۜ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪ وَلٰكِنْ لَا تَفْقَهُونَ تَسْب۪يحَهُمْۜ اِنَّهُ كَانَ حَل۪يمًا غَفُورًا
(Meali: “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar O’nu tesbih ederler. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ama siz onların tesbihlerini anlamazsınız. O, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayıcıdır.”)
• İzahı: İşte zerrelerin o “manidar ihtizazatı”, onların şuurlu veya şuursuz olarak Sâni’lerini “hamd ile tesbih” etmeleridir.
• Tecdid (Yenileme) Hikmeti için:
يَسْـَٔلُهُ مَنْ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ كُلَّ يَوْمٍ هُوَ ف۪ي شَأْنٍۚ
(Meali: “Göklerde ve yerde bulunanların hepsi O’ndan ister (O’na muhtaçtır). O her an yaratma halindedir (her gün O, bir şe’ndedir).” – Rahmân Sûresi, 29)
• İzahı: Cenâb-ı Hakk’ın “her an yeni bir ilâhî tasarrufta” olması, zerrelerin tahrikiyle eşyanın sürekli tazelenmesini (hikmet-i tecdidi) ifade eder.
Netice
“Tahavvülât-ı zerrat”, Maddiyyunların iddia ettiği gibi, hikmetsiz, abes, sersemce bir hareket değildir. Bilakis, her bir zerrenin hareketi:
• Vahdaniyetin Delilidir: Bir zerrenin tek başına yapamayacağı hârika vazifeleri, bir Kadîr-i Mutlak’ın emriyle yaptığını gösterir.
• Kaderin Programıdır: İmam-ı Mübin’de yazılan ezelî proğramın icrasıdır.
• Kudretin Yazısıdır: Kitab-ı Mübin’den istinsah edilip Levh-i Mahv-İsbat (zaman) sahifesine yazılan bir “kitabet-i kudret”tir.
• Hikmetin İfadesidir: Esma-i İlahiyenin tecellilerini tazelemek, mu’cizat-ı kudreti sergilemek ve âlem-i bekaya manevî mahsulât göndermek gibi binlerce hikmete hizmet eder.
• Küllî Bir Tesbihtir: Kâinatın Mevlevî gibi zikir ve tesbih-i İlahî ile sema etmesidir.
Bu hakikatı göremeyenlerin ilmi “ilim değil, cehildir”; hikmetleri ise “hikmetsizliktir.”
İKİNCİ NOKTA:
Herbir zerrede, Vâcib-ül Vücud’un vücuduna ve vahdetine iki şahid-i sadık vardır. Evet zerre acz ve cümuduyla beraber şuurkârane büyük vazifeleri yapmakla, büyük yükleri kaldırmakla Vâcib-ül Vücud’un vücuduna kat’î şehadet ettiği gibi, harekâtında nizamat-ı umumiyeye tevfik-i hareket edip her girdiği yerde ona mahsus nizamatı müraat etmekle, her yerde kendi vatanı gibi yerleşmesiyle Vâcib-ül Vücud’un vahdetine ve mülk ve melekûtun mâliki olan zâtın ehadiyetine şehadet eder. Yani zerre kimin ise, gezdiği bütün yerler de onundur. Demek zerre, -çünki âcizdir, yükü nihayetsiz ağırdır ve vazifeleri nihayetsiz çoktur- bir Kadîr-i Mutlak’ın ismiyle, emriyle kaim ve müteharrik olduğunu bildirir. Hem kâinatın nizamat-ı külliyesini bilir bir tarzda tevfik-i hareket etmesi ve her yere manisiz girmesi; tek bir Alîm-i Mutlak’ın kudretiyle, hikmetiyle işlediğini gösterir.
Evet nasılki bir nefer; takımında, bölüğünde, taburunda, alayında, fırkasında ve hâkeza herbir dairede birer nisbeti ve o nisbete göre birer vazifesi olduğunu ve o nisbetleri, o vazifeleri bilmekle tevfik-i hareket etmek, nizamat-ı askeriye tahtında talim ve talimat görmekle bütün o dairelere kumanda eden bir tek kumandan-ı a’zamın emrine ve kanununa tebaiyetle oluyor. Öyle de herbir zerre, birbiri içindeki mürekkebatta birer münasib vaziyeti, ayrı ayrı maslahatlı birer nisbeti, ayrı ayrı muntazam birer vazifesi, ayrı ayrı hikmetli neticeleri bulunduğundan elbette o zerreyi, o mürekkebatta bütün nisbet ve vazifelerini muhafaza edip netice ve hikmetleri bozmayacak bir tarzda yerleştirmek; bütün kâinat kabza-i tasarrufunda olan bir zâta mahsustur.
Meselâ: Tevfik’in
{(*): Nur’un birinci kâtibidir.}
gözbebeğinde yerleşen zerre, gözün a’sab-ı muharrike ve hassase ve şerayin ve evride gibi damarlara karşı münasib vaziyet alması ve yüzde ve sonra başta ve gövdede, daha sonra heyet-i mecmua-i insaniyede herbirisine karşı birer nisbeti, birer vazifesi, birer faydası kemal-i hikmetle bulunması gösteriyor ki; bütün o cismin bütün a’zâsını icad eden bir zât, o zerreyi o yerde yerleştirebilir. Ve bilhâssa rızk için gelen zerreler, rızk kafilesinde seyr ü sefer eden o zerreler, o kadar hayret-feza bir intizam ve hikmetle seyr ü seyahat ederler ve öyle tavırlarda, tabakalarda intizamperverane geçip gelirler ve öyle şuurkârane ayak atıp hiç şaşırmayarak gele gele tâ beden-i zîhayatta dört süzgeçle süzülüp rızka muhtaç a’zâ ve hüceyratın imdadına yetişmek için kandaki küreyvat-ı hamraya yüklenip bir kanun-u keremle imdada yetişirler. Ondan bilbedahe anlaşılır ki: Şu zerreleri binler muhtelif menzillerden geçiren, sevk eden; elbette ve elbette bir Rezzak-ı Kerim, bir Hallak-ı Rahîm’dir ki, kudretine nisbeten zerreler, yıldızlar omuz omuza müsavidirler.
Hem her bir zerre, öyle bir nakş-ı san’atta işler ki; ya bütün zerratla münasebettar, herbirisine ve umumuna hem hâkim ve hem herbirisine ve umumuna mahkûm bir vaziyette bulunmakla, o hayretfeza san’atlı nakşı ve hikmetnüma nakışlı san’atı bilir ve icad eder. Bu ise, binler defa muhaldir. Veya bir Sâni’-i Hakîm’in kanun-u kader ve kalem-i kudretinden çıkan, harekete memur birer noktadır. Nasılki meselâ Ayasofya kubbesindeki taşlar, eğer mimarının emrine ve san’atına tâbi’ olmazlarsa; herbir taşı, Mimar Sinan gibi dülgerlik san’atında bir mehareti ve sair taşlara hem mahkûm, hem hâkim olmak, yani “Geliniz, düşmemek, sukut etmemek için başbaşa vereceğiz.” diye bir hüküm sahibi olması lâzımdır. Öyle de: Binler defa Ayasofya kubbesinden daha san’atlı, daha hayretli ve hikmetli olan masnuattaki zerreler, kâinat ustasının emrine tâbi’ olmazlarsa; herbirine Sâni’-i Kâinat’ın evsafı kadar evsaf-ı kemal verilmesi lâzım gelir.
Feyâ Sübhanallah! Zındık maddiyyun gâvurlar bir Vâcib-ül Vücud’u kabul etmediklerinden, zerrat adedince bâtıl âliheleri kabul etmeğe mezheblerine göre muztar kalıyorlar. İşte şu cihette münkir kâfir ne kadar feylesof, âlim de olsa; nihayet derecede bir cehl-i azîm içindedir, bir echel-i mutlaktır.
ÜÇÜNCÜ NOKTA:
Şu nokta, Birinci Nokta’nın âhirinde va’d olunan altıncı hikmet-i azîmeye bir işarettir. Şöyle ki:
Yirmisekizinci Söz’ün İkinci Sualinin cevabındaki haşiyede denilmişti ki: Tahavvülât-ı zerratın ve zîhayat cisimlerde zerrat harekâtının binler hikmetlerinden bir hikmeti dahi, zerreleri nurlandırmaktır ve âlem-i uhreviye binasına lâyık zerreler olmak için, hayattar ve manidar olmaktır. Güya cism-i hayvanî ve insanî hattâ nebatî; terbiye dersini almak için gelenlere bir misafirhane, bir kışla, bir mekteb hükmündedir ki; camid zerreler ona girerler, nurlanırlar. Âdeta bir talim ve talimata mazhar olurlar, letafet peyda ederler. Birer vazifeyi görmekle âlem-i bekaya ve bütün eczasıyla hayattar olan dâr-ı âhirete zerrat olmak için liyakat kesbederler.
Sual:
Zerratın harekâtında şu hikmetin bulunması ne ile bilinir?
Elcevab:
Evvelâ, bütün masnuatın bütün intizamatıyla ve hikmetleriyle sabit olan Sâni’in hikmetiyle bilinir. Çünki en cüz’î bir şeye küllî hikmetleri takan bir hikmet; seyl-i kâinatın içinde en büyük faaliyet gösteren ve hikmetli nakışlara medar olan harekât-ı zerratı hikmetsiz bırakmaz. Hem en küçük mahlukatı, vazifelerinde ücretsiz, maaşsız, kemalsiz bırakmayan bir hikmet, bir hâkimiyet; en kesretli ve esaslı memurlarını, hizmetkârlarını nursuz, ücretsiz bırakmaz.
Sâniyen:
Sâni’-i Hakîm, anasırı tahrik edip tavzif ederek (onlara bir ücret-i kemal hükmünde) madeniyat derecesine çıkarmasıyla ve madeniyata mahsus tesbihatları onlara bildirmesiyle ve madeniyatı tahrik ve tavzif edip nebatat mertebe-i hayatiyesinin makamını vermesiyle ve nebatatı rızk ederek tahrik ve tavzif ile hayvanat mertebe-i letafetini onlara ihsan etmesiyle ve hayvanattaki zerratı tavzif edip rızk yoluyla hayat-ı insaniye derecesine çıkarmasıyla ve insanın vücudundaki zerratı süze süze tasfiye ve taltif ederek tâ dimağın ve kalbin en nazik ve latif yerinde makam vermesiyle bilinir ki; harekât-ı zerrat hikmetsiz değil, belki kendine lâyık bir nevi kemalâta koşturuluyor.
Sâlisen:
Zîhayat cisimlerin zerratı içinde çekirdek ve tohumdaki gibi bir kısım zerreler öyle manevî bir nura, bir letafete, bir meziyete mazhar oluyorlar ki; sair zerrelere ve o koca ağaca bir ruh, bir sultan hükmüne geçer. İşte azîm bir ağacın bütün zerratı içinde bir kısım zerrelerin şu mertebeye çıkmaları, o ağacın tabaka-i hayatında çok devirleri ve nazik vazifeleri görmesiyle olduğundan gösteriyor ki: Sâni’-i Hakîm’in emriyle vazife-i fıtrat içinde zerratın enva’-ı harekâtına göre onlara tecelli eden esmanın hesabına ve şerefine olarak birer manevî letafet, birer manevî nur, birer makam, birer manevî ders almalarını gösteriyor.
Elhasıl:
Madem Sâni’-i Hakîm her şey için o şeye münasib bir nokta-i kemal ve ona lâyık bir mertebe-i feyz-i vücud tayin edip ve o şeye, o nokta-i kemale sa’yedip gitmek için bir istidad vererek ona sevk ediyor. Ve bütün nebatat ve hayvanatta şu kanun-u rububiyet cari olmakla beraber, cemadatta dahi caridir ki; âdi toprağa, elmas derecesine ve cevahir-i âliye mertebesine bir terakkiyat veriyor ve şu hakikatta muazzam bir “Kanun-u Rububiyet”in ucu görünüyor.
Hem madem o Hâlık-ı Kerim, tenasül kanun-u azîminde istihdam ettiği hayvanata ücret olarak birer maaş gibi birer lezzet-i cüz’iye veriyor. Ve arı ve bülbül gibi, sair hidemat-ı Rabbaniyede istihdam olunan hayvanlara birer ücret-i kemal verir. Şevk ve lezzete medar birer makam veriyor ve şunda bir muazzam “Kanun-u Kerem”in ucu görünüyor.
Hem madem her şeyin hakikatı, Cenab-ı Hakk’ın bir isminin tecellisine bakar, ona bağlıdır, ona âyinedir. O şey, ne kadar güzel bir vaziyet alsa, o ismin şerefinedir; o isim öyle ister. O şey bilse, bilmese; o güzel vaziyet, hakikat nazarında matlubdur. Ve şu hakikattan gayet muazzam bir “Kanun-u Tahsin ve Cemal”in ucu görünüyor.
Hem madem Fâtır-ı Kerim, düstur-u kerem iktizasıyla bir şeye verdiği makamı ve kemali, o şeyin müddeti ve ömrü bitmesiyle, o kemali geriye almıyor. Belki o zîkemalin meyvelerini, neticelerini, manevî hüviyetini ve manasını, ruhlu ise ruhunu ibka ediyor. Meselâ: Dünyada insanı mazhar ettiği kemalâtın manalarını, meyvelerini ibka ediyor. Hattâ müteşekkir bir mü’minin yediği zâil meyvelerin şükrünü, hamdini; mücessem bir meyve-i Cennet suretinde tekrar ona veriyor. Ve şu hakikatta muazzam bir “Kanun-u Rahmet”in ucu görünüyor.
Hem madem Hallak-ı Bîmisal israf etmiyor, abes işleri yapmıyor. Hattâ güz mevsiminde vazifesi bitmiş, vefat etmiş mahlukların enkaz-ı maddiyesini bahar masnuatında istimal ediyor; onların binalarında dercediyor. Elbette
يَوْمَ تُبَدَّلُ الْاَرْضُ غَيْرَ الْاَرْضِ
sırrıyla,
وَاِنَّ الدَّارَ اْلاٰخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ
işaretiyle şu dünyada camid, şuursuz ve mühim vazifeler gören zerrat-ı arziyenin elbette taşı, ağacı, herşeyi zîhayat ve zîşuur olan âhiretin bazı binalarında derc ve istimali mukteza-yı hikmettir. Çünki harab olmuş dünyanın zerratını dünyada bırakmak veya ademe atmak israftır. Ve şu hakikattan pek muazzam bir “Kanun-u Hikmet”in ucu görünüyor.
Hem madem şu dünyanın pek çok âsârı ve maneviyatı ve meyveleri ve cin ve ins gibi mükellefînin mensucat-ı amelleri, sahaif-i ef’alleri, ruhları, cesedleri âhiret pazarına gönderiliyor. Elbette o semerata ve manalara hizmet eden ve arkadaşlık eden zerrat-ı arziye dahi, vazife noktasında kendine göre tekemmül ettikten sonra, yani nur-u hayata çok defa hizmet ve mazhar olduktan sonra ve hayatî tesbihata medar olduktan sonra şu harab olacak dünyanın enkazı içinde, şu zerratı dahi öteki âlemin binasında dercetmek mukteza-yı adl ve hikmettir. Ve şu hakikattan pek muazzam bir “Kanun-u Adl”in ucu görünüyor.
Hem madem ruh cisme hâkim olduğu gibi; camid maddelerde dahi kaderin yazdığı evamir-i tekviniye, o maddelere hâkimdir. O maddeler, kaderin manevî yazısına göre mevki ve nizam alabilirler. Meselâ: Yumurtaların enva’ında ve nutfelerin aksamında ve çekirdeklerin esnafında ve tohumların ecnasında kaderin ayrı ayrı yazdığı evamir-i tekviniye cihetiyle ayrı ayrı makam ve nur sahibi oluyorlar. Ve o madde itibariyle mahiyetleri
{(Haşiye-1): Evet bütün onlar dört unsurdan mürekkebdir. Müvellid-ül-mâ, müvellid-ül-humuza, azot, karbon gibi maddelerden teşkil olunuyorlar. Maddece bir sayılabilirler. Farkları yalnız kaderin manevî yazısındadır.}
bir hükmünde olan o maddeler, hadsiz muhtelif mevcudata menşe’ oluyorlar. Ayrı ayrı makam ve nur sahibi oluyorlar. Elbette hidemat-ı hayatiye ve hayattaki tesbihat-ı Rabbaniyede defaatla bir zerre bulunmuş ise ve hizmet etmiş ise, o zerrenin manevî alnında o manaların hikmetlerini, hiçbir şeyi kaybetmeyen kader kalemiyle kaydetmesi; mukteza-yı ihata-i ilmîdir. Ve şunda pek muazzam bir “Kanun-u İlm-i Muhit”in ucu görünüyor.
Öyle ise zerreler
{(Haşiye-2): Şu cevab, yedi “Madem” kelimelerine bakar.}
başıboş değiller.
Netice-i Kelâm:
Geçmiş yedi kanun, yani Kanun-u Rububiyet, Kanun-u Kerem, Kanun-u Cemal, Kanun-u Rahmet, Kanun-u Hikmet, Kanun-u Adl, Kanun-u İhata-i ilmî gibi pekçok muazzam kanunların görünen uçları arkalarında birer İsm-i A’zam ve o İsm-i A’zamın tecelli-i a’zamını gösteriyor. Ve o tecelliden anlaşılıyor ki: Sair mevcudat gibi şu dünyadaki tahavvülât-ı zerrat dahi, gayet âlî hikmetler için kaderin çizdiği hudud üzerine kudretin verdiği evamir-i tekviniyeye göre hassas bir mizan-ı ilmî ile cevelan ediyorlar. Âdeta başka yüksek bir âleme
{(Haşiye-3): Çünki bilmüşahede gayet cevvadane bir faaliyetle şu âlem-i kesif ve süflîde pek kesretle nur-u hayatı serpmek ve iş’al etmek, hattâ en hasis maddelerde ve taaffün etmiş cisimlerde kesretle taze bir nur-u hayatı ışıklandırmak, o kesif ve hasis maddeleri nur-u hayatla letafetlendirmek, cilâlandırmak sarahata yakın işaret ediyor ki: Gayet latif, ulvî, nazif, hayatdar diğer bir âlemin hesabına şu kesif, camid âlemi; zerratın hareketiyle, hayatın nuruyla cilâlandırıyor, eritiyor, güzelleştiriyor. Güya latif bir âleme gitmek için, zînetlendiriyor. İşte beşer haşrini aklına sığıştıramayan dar akıllı adamlar, Kur’anın nuruyla rasad etseler görecekler ki: Bütün zerratı bir ordu gibi haşredecek kadar muhit bir “Kanun-u Kayyumiyet” görünüyor, bilmüşahede tasarruf ediyor.}
gitmeğe hazırlanıyorlar. Öyle ise zîhayat cisimler, o seyyah zerrelere güya birer mekteb, birer kışla, birer misafirhane-i terbiye hükmündedir. Ve öyle olduğuna bir hads-i sadıkla hükmedilebilir.
ELHASIL:
Birinci Söz’de denildiği ve isbat edildiği gibi; her şey “Bismillah” der. İşte bütün mevcudat gibi herbir zerre ve zerratın herbir taifesi ve mahsus herbir cemaati, lisan-ı hal ile “Bismillah” der, hareket eder.
Evet, geçmiş üç nokta sırrıyla; herbir zerre, mebde’-i hareketinde lisan-ı hal ile
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
der. Yani: “Ben, Allah’ın namıyla, hesabıyla, ismiyle, izniyle, kuvvetiyle hareket ediyorum.” Sonra netice-i hareketinde, herbir masnu’ gibi herbir zerre, herbir taifesi, lisan-ı hal ile
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ
der ki, bir kaside-i medhiye hükmünde olan san’atlı bir mahlukun nakşında, kudretin küçük bir kalem ucu hükmünde kendini gösterir. Belki herbiri; manevî, Rabbanî, muazzam, hadsiz başlı bir fonoğrafın birer plağı hükmünde olan masnuların üstünde dönen ve tahmidat-ı Rabbaniye kasideleriyle o masnuatı konuşturan ve tesbihat-ı İlahiye neşidelerini okutturan birer iğne başı suretinde kendini gösteriyorlar.
دَعْوٰيهُمْ ف۪يهَا سُبْحَانَكَ اللّٰهُمَّ وَتَحِيَّتُهُمْ ف۪يهَا سَلَامٌ وَ اٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ
سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ
رَبَّنَا لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُ
اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلَاةً تَكُونُ لَكَ رِضَٓاءً وَ لِحَقِّه۪ اَدَٓاءً وَ عَلٰٓى اٰلِه۪ وَ صَحْبِه۪ وَ اِخْوَانِه۪ وَ سَلِّمْ وَسَلِّمْنَا وَ سَلِّمْ د۪ينَنَا اٰم۪ينَ يَا رَبَّ الْعَالَم۪ينَ
* * *********
Risale-i Nur Külliyatı’ndan Otuzuncu Söz’ün (Ene ve Zerre Risalesi) “İkinci Nokta” ve “Üçüncü Nokta” bölümlerini ihtiva eden metnin, ayetler ve müradifleri (konuyla ilgili benzer manadaki deliller) ışığında geniş ve detaylı izahı aşağıda takdim edilmiştir.
Bu muazzam bahis, kâinatın en küçük yapı taşı olan “zerre”nin (atom veya parçacık), en büyük hakikatler olan Vâcib-ül Vücud’un (Allah) varlığına, birliğine (Vahdet) ve Haşr’e (yeniden diriliş) nasıl kat’î bir isbat olduğunu tasvir etmektedir.
Konunun İzahı: Zerre Penceresinden Tevhid ve Haşir Hakikatleri
Risale-i Nur’da “zerre”, maddî tabiatı itibariyle en âciz, câmid (cansız) ve şuursuz bir varlık olarak ele alınır. Ancak bu âciz varlığın kâinattaki vazifeleri ve hareketleri nazar-ı dikkate alındığında, kendisini aşan bir kudretin, ilmin ve hikmetin “memuru” ve “kâtibi” olduğu hakikati ortaya çıkar.
Bu isbatı iki ana nokta üzerine bina etmektedir.
Birinci Bölüm: İKİNCİ NOKTA’NIN İZAHI (Zerrelerin Tevhid’e Şehadeti)
Bu nokta, her bir zerrenin, Allah’ın hem Vücuduna (varlığına) hem de Vahdetine (birliğine) iki lisan ile nasıl şehadet ettiğini izah eder.
1. Vâcib-ül Vücud’un Varlığına (Vücuduna) Şehadet:
• Esas Delil: Acz içindeki şuurkârane (şuurluymuşçasına) vazifeler.
• İzahı: Bir zerre, tek başına kör, sağır, ilimsiz ve kudretsizdir. Fakat bu zerre, mesela bir göz bebeğinde, bir kan hücresinde veya bir çiçeğin yaprağında istihdam edildiğinde, sanki bütün kâinatın nizamını biliyormuş, fizik ve kimya kanunlarına hâkimmiş ve hayatın gayesini anlıyormuş gibi hareket eder.
• Metinden İktibas: “Evet zerre acz ve cümuduyla beraber şuurkârane büyük vazifeleri yapmakla, büyük yükleri kaldırmakla Vâcib-ül Vücud’un vücuduna kat’î şehadet ettiği gibi…”
• Aklî Netice: Âciz bir varlığın, kudreti nihayetsiz işler yapması, o işi kendisinin yapmadığını; ancak bir Kadîr-i Mutlak’ın emriyle, ismiyle ve kuvvetiyle hareket ettiğini gösterir. Zerre, yapan değil, üzerinde sanat icra edilen bir “kalem ucu” hükmündedir.
2. Vâcib-ül Vücud’un Birliğine (Vahdet ve Ehadiyetine) Şehadet:
• Esas Delil: Küllî nizama (evrensel düzene) tam muvafakat.
• İzahı: Bir zerre, sadece bulunduğu yerin nizamına değil, içinde bulunduğu bütün sistemlerin (hücre, organ, beden, dünya, güneş sistemi) nizamına da harfiyen uyar. Bir askerin (nefer misali), takımından fırkasına kadar her dairedeki nizamı bilip ona göre hareket etmesi, tek bir kumandan-ı a’zama tabi olduğunu gösterdiği gibi; bir zerrenin de kâinatın nizamat-ı umumiyesine uyması, bütün bu sistemleri yaratan ve idare edenin tek bir Zât (Sâni’-i Hakîm) olduğunu isbat eder.
• Metinden İktibas: “…harekâtında nizamat-ı umumiyeye tevfik-i hareket edip her girdiği yerde ona mahsus nizamatı müraat etmekle, her yerde kendi vatanı gibi yerleşmesiyle Vâcib-ül Vücud’un vahdetine… şehadet eder. Yani zerre kimin ise, gezdiği bütün yerler de onundur.”
• Misallerin Tahlili:
• Rızk Misali: Rızık olarak yola çıkan zerrelerin, bedende “dört süzgeçten” (sindirim, karaciğer, kan, hücre zarı) geçerek, en muhtaç hücreye (küreyvat-ı hamra – al yuvarlara yüklenip) şaşırmadan ulaşması, tek bir Rezzak-ı Kerim’in hikmetli sevkiyatını gösterir.
• Ayasofya Misali: Maddiyyunların (materyalistlerin) içine düştüğü cehl-i azîm (büyük cehalet) bu misalle izah edilir. Ayasofya kubbesindeki bir taşın durabilmesi için ya Mimar Sinan’ın emrine (kaderine) tabi olması gerekir; ya da o taşın, Mimar Sinan gibi bir mimar olması ve diğer bütün taşlara hem hâkim hem mahkûm olması lazımdır. İkincisi binler defa muhal (imkânsız) olduğu gibi, kâinat sarayındaki bir zerrenin de Sâni’-i Kâinat’ın emri dışında hareket etmesi için, O’nun evsafına sahip olması gerekir. Bu ise, zerrat adedince bâtıl âliheleri (tanrıları) kabul etmek demektir.
İkinci Bölüm: ÜÇÜNCÜ NOKTA’NIN İZAHI (Zerrelerin Hareket Hikmeti ve Haşre İşareti)
Bu nokta, zerrelerin bu baş döndürücü faaliyetinin (tahavvülât-ı zerrat) gayesini ve hikmetini izah eder. Bu hikmet, doğrudan doğruya Ahiretin ve Haşr’in isbatıdır.
• Esas Gaye: Zerreleri “nurlandırmak” ve “manidar” kılmak.
• İzahı: Câmid (cansız) ve manasız olan zerreler; nebatî (bitkisel), hayvanî ve insanî hayatlara girerek hizmet ederler. Bu hizmet, onlar için bir mekteb veya kışla hükmündedir. Orada bir talim ve talimat görürler, letafet (incelik, saflık) kazanırlar ve âlem-i uhreviye binasına lâyık birer “hayattar” zerre olmak için liyaket kesbederler.
• İsbat Vasıtaları:
• Sâni’in Hikmeti: En küçük bir sanata büyük gayeler takan bir Sâni’-i Hakîm, kâinatın en esaslı memurları olan zerreleri elbette hikmetsiz, gayesiz ve ücretsiz bırakmaz.
• Terakkiyat (İlerlemeler): Zerrelerin terakki seyahati bunu gösterir: Âdi topraktan (anasır) madeniyata, oradan nebatatın hayatına, oradan hayvanatın letafetine, oradan insanın en nazik merkezleri olan dimağ (beyin) ve kalbe kadar yükselmeleri, onların bir nokta-i kemale doğru sevk edildiklerini gösterir.
• Çekirdek Misali: Bir ağacın bütün zerreleri içinde, çekirdekteki bazı zerreler, o ağaca “ruh” ve “sultan” hükmüne geçer. Bu makam, o zerrenin gördüğü nazik vazifelerin ve hizmetin bir neticesidir.
Üçüncü Bölüm: YEDİ KÜLLÎ KANUN VE HAŞRE İŞARETLERİ
Metin, zerrelerin bu hikmetli seyahatinin yedi büyük küllî kanunun uçlarını gösterdiğini ve bu kanunların Ahiretin varlığını nasıl isbat ettiğini beyan eder:
• Kanun-u Rububiyet (Rabliğin Kanunu): Her şeye bir kemal noktası tayin edip onu oraya sevk etme kanunudur. (Âdi toprağı elmasa çevirmesi gibi).
• Kanun-u Kerem (Cömertlik Kanunu): Hizmet edenlere (arı, bülbül vb.) lezzet ve şevk suretinde ücret-i kemal verme kanunudur. Zerreler de hizmetlerine karşılık manevî bir ücret alırlar.
• Kanun-u Cemal (Güzellik Kanunu): Her şeyin aldığı güzel vaziyet, onun mazhar olduğu İsm-i İlahînin şerefinedir.
• Kanun-u Rahmet (Rahmet Kanunu): Cenab-ı Hak, verdiği kemali geri almaz. Fâni hayatta kazanılan manaları ve ruhu ibka eder (ebedîleştirir). (Mü’minin yediği fâni meyvenin şükrünün, Bâkî bir Cennet meyvesine dönüşmesi gibi).
“Fâtır-ı Kerim… bir şeye verdiği makamı ve kemali, o şeyin müddeti ve ömrü bitmesiyle, o kemali geriye almıyor. Belki o zîkemalin meyvelerini, neticelerini, manevî hüviyetini ve manasını, ruhlu ise ruhunu ibka ediyor.”
• Kanun-u Hikmet (Hikmet Kanunu): Allah israf etmez ve abes iş yapmaz. Güz enkazını baharda yeniden istimal ettiği gibi, bu dünyanın harab olmuş zerrelerini de, elbette Dâr-ı Âhiret’in binalarında istimal edecektir.
• Kanun-u Adl (Adalet Kanunu): Bu dünyada manalara, ruhlara ve amellere hizmet eden zerrelerin de, o manalarla beraber tekemmül ettikten sonra Ahiret âlemine gitmesi adaletin gereğidir.
• Kanun-u İlm-i Muhit (Her Şeyi Kuşatan İlim Kanunu): Zerrelerin maddesi bir (karbon, azot vb.) olduğu halde, Kader Kalemi’nin yazdığı evamir-i tekviniye (yaratılış emri) ile yumurta, nutfe, çekirdek gibi farklı mahiyetler kazanırlar. Zerrelerin hizmetleri de bu kader kalemiyle manevî alınlarına kaydedilir.
Netice-i Kelâm:
Bu yedi kanun gösterir ki, zerreler başıboş değildir. Onlar, yüksek bir âleme (Ahirete) gitmeye hazırlanıyorlar. Her bir zerre, hareketine “Bismillah” ile (Allah namına) başlar ve vazifesini bitirdiğinde, ortaya çıkan san’atlı mahluk lisanıyla “Elhamdülillah” der.
Dördüncü Bölüm: AYETLER VE MÜRADİFLERİ (Konunun Kur’anî Delilleri) :
1. Vahdet, Nizam ve Kudret-i İlahiye Üzerine (İkinci Nokta):
Zerrelerin kâinat nizamına uyması (Vahdet) ve bir zerre ile bütün kâinatı yaratmanın O’nun kudretine müsavi gelmesi hakikati:
• Mülk Suresi, 67/3:
“O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?”
(Bu ayet, metindeki nizamat-ı umumiyeye tevfik-i hareket bahsinin Kur’anî temelidir.)
• Lokmân Suresi, 31/28:
“(Ey insanlar!) Sizin yaratılmanız ve öldükten sonra tekrar diriltilmeniz, ancak bir tek insanı yaratmak ve diriltmek gibidir. Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”
(Bu ayet, bir zerreyi veya bir insanı yaratmakla, bütün kâinatı yaratmak arasında Kudret-i İlahiye noktasında fark olmadığını; Ehadiyet sırrını gösterir.)
• En’âm Suresi, 6/102:
“İşte bu Allah sizin rabbinizdir. O’ndan başka ilah yoktur. O her şeyin yaratıcısıdır. Öyleyse O’na kulluk edin, O her şeye vekildir (Güvenilip dayanılacak tek varlık O’dur).”
(Bu ayet, metindeki mülk ve melekûtun mâliki olan zâtın ehadiyeti bahsini teyid eder.)
2. Rızkın Sevk ve İdaresi Üzerine (İkinci Nokta):
Rızık zerrelerinin şuurkârane sevkiyatı (Rezzak-ı Kerim):
• Hûd Suresi, 11/6:
“Yeryüzünde kımıldayan hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allah’ın üzerine olmasın. Allah onların halen bulunduğu yeri de emanet olarak konulacağı yeri de bilir; hepsi apaçık kitapta vardır.”
3. Hikmet, Abesiyetsizlik ve Haşir Üzerine (Üçüncü Nokta):
Kâinattaki faaliyetin hikmetsiz ve abes (boş yere) olmadığı, her şeyin bir gayeye matuf olarak Ahirete hazırlandığı hakikati:
• Mü’minûn Suresi, 23/115:
“Sizi sırf boş yere yarattığımızı ve sizin artık huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?”
(Bu ayet, Üçüncü Nokta’nın temel suali olan “hikmet” bahsinin esasıdır. Zerrelerin hareketi abes değildir.)
• Kâf Suresi, 50/4:
“Biz, toprağın onlardan neleri eksilttiğini kesinlikle bilmekteyiz. Yanımızda o bilgileri koruyan bir kitap vardır.”
(Bu ayet, çürüyen bedenlerin zerrelerinin kaybolmadığını, Kanun-u İlm-i Muhit ile hepsinin “Kitab-ı Hafîz”de muhafaza edildiğini ve Haşir için yeniden toplanacağını gösterir.)
• Metinde Zikredilen Ayetler:
• İbrâhîm Suresi, 14/48: يَوْمَ تُبَدَّلُ الْاَرْضُ غَيْرَ الْاَرْضِ} (Meali: “O gün yer başka bir yere, gökler de başka göklere dönüştürülür…”)
• Ankebût Suresi, 29/64: وَاِنَّ الدَّارَ اْلاٰخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ} (Meali: “…Şüphesiz âhiret yurdu ise, işte asıl hayat odur…”)
(Bu iki ayet, Kanun-u Hikmet bahsinde, dünyanın enkazının (zerrelerinin) Ahiretin zîhayat (canlı) binalarında istimal edileceğine delil getirilmiştir.)
4. Zerrelerin Tesbihatı Üzerine (Netice-i Kelâm):
Her şeyin, dolayısıyla her bir zerrenin “Bismillah” ve “Elhamdülillah” demesi:
• İsrâ Suresi, 17/44:
“Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ama siz onların tesbihini anlayamazsınız. O, halîmdir, çok bağışlayıcıdır.”
(Bu ayet, metnin sonunda zikredilen “fonoğrafın birer plağı” ve “iğne başı” teşbihleriyle, zerrelerin nasıl birer tesbihat nağmesi icra ettiklerini tasdik eder.)
Cenab-ı Hak, bu derin hakikatleri hakkıyla anlamayı ve kâinatın her bir zerresinde parlayan Tevhid nurunu görmeyi nasip eylesin.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik
www.tesbitler.com
29/10/2025
![]()